April Fest 2015, Danimarka Festivalinden İzlenimler



APRILFESTIVAL 2015 / Danimarka Festival Raporu, İzlenimler…

Aysel Yıldırım – Tiyatro Boğaziçi

“Orada nasıl oluyor, burada neden olmuyor?”

Danimarka Nisan Festivali’nden yeni dönmüşken kafamda dönüp duran bu cümleyi, bir de Sayın Muhsin Ertuğrul’un ağzından bir replik olarak duyunca kendimi gülmekten alamadım; evet Danimarka dönüşü ayağımızın tozuyla Muhsin Ertuğrul üzerine hazırladığımız yeni Tiyatro Boğaziçi projesinin provasına gitmiştik. Efendim, öğrendik ki, Muhsin Ertuğrul da sık sık gerçekleştirdiği yurt dışı gezilerinde, “ecnebilerin” tiyatrosunu görünce kendini bu soruyu sormaktan alıkoyamazmış. Şöyle dermiş:

Sadece Paris’e değil, tiyatro hakkında bir şeyler öğrenebileceğim onlarca ülkeye, sayısını hatırlamadığım kadar çok şehre gittim. Berlin, Stockholm, New York, Moskova… Bütün derdim “nasıl yapıyorlar” sorusuna bir yanıt bulmaktı. Burada neden olmuyor, orada nasıl oluyor? Her gittiğim yerden küçük ya da büyük bir ganimetle döndüm hep. Bazen yeni bir yazarla, yeni bir oyunla dönüyordum Türkiye’ye, bazen yeni bir teknik aletle,  bazen de yeni bir anlayışla… Her seferinde yeni bir umutla… Umutsuzluğa kapıldıkça yeniden gidiyordum, sonra yeniden umutla dolup dönüyordum.

Biz de çıkınımızı ve moral depomuzu epey doldurup dönmüştük Danimarka’daki festivalden. Çocuk ve Gençlik Tiyatrosu adına dünyanın en büyük festivali namını korumaya devam eden Danimarka Nisan Festivali boyunca da “tabi ya, bu iş böyle de yapılabilir” diyorduk izlediğimiz pek çok örneğin karşısında, belki de ilk kez yurt dışında bu tür bir festivali enikonu takip ediyor olmanın etkisiyle… Ve diğer gözlemci arkadaşlarla birlikte aynı soruya sık sık dönüyorduk; “Burada oluyor da, bizim memlekette neden olmuyor?” Çocuk ve gençlik tiyatrosu adına özveriyle iyi işler yapmaya çalışan birkaç yapı ve kişiyi dışında tutalım tabi ama bunun ötesinde bir sistem ve model neden kurulamıyor? Danimarka, çocuk ve gençlik tiyatroları anlamında epey köklü bir geleneğe sahip görünüyordu. Örneğin bu festivali alalım; ilk 1971 yılında 15 grup 25 gösteriyle başlamış. 44 yıl! Dile kolay… Gelenek böyle bir şey! Ülkemizde kesintiye uğramadan, darbe almadan, yasaklama, fon kesintisi, örgütlenme krizi, darboğaz yaşamadan hangi festivalin böyle bir sürekliliği olabilmiş ki? Nisan Festivali bu yıl da 100’den fazla grup, 150 üzerinde farklı oyun ve 500’ü aşkın performans ile bir yıla filan değil, bir aya da değil, hepi topu bir haftaya yayılmış bir festival. Biz de ASSİTEJ Türkiye Gözlemcileri olarak Duygu Dalyanoğlu, İhsan Metinnam ve ben üç kişi katıldık festivale. (Hatta ilk üç gün Tülin Sağlam’ın da eşliğiyle daha da keyifliydi.) Festival tanıtımını çok fazla uzatmamayım, çünkü ASSİTEJ Türkiye aracılığıyla her sene bu festivale buradan katılma şansı bulan gözlemcilerin raporları sayesinde, Nisan Festivali’nin namı zaten Türkiye’de epey biliniyor anladığım kadarıyla. Geçen senelerden yazılan raporlarda da ziyadesiyle bilgi mevcut bu festival hakkında. (bkz. Assitej Türkiye sayfası.)

Peki “Burada neden olmuyor, orada nasıl oluyor?”. (Gerçi bu sorunun cevabını bulmaktan çok, “burada nasıl olur” sorusu insanı zorluyor. Yoksa nedeni belli…) Öncelikle, Danimarka bir “refah devleti” evet ve bu niteliğini de kültür sanat alanına da bonkörce boca ediyor; hem devlet hem yerel yönetim fonları festivalin arkasında. Özel sektörden gelen sponsorluklar da cabası. Ayrıca yine geleneği sağlam bir festival yapısının getirdiği avantajla, yüzlerce gönüllünün emeği var her tür etkinliğin ardında. Bir de çok iyi topluluklar…

Şimdi bunlardan biriyle devam etmek istiyorum: bizi inanılmaz misafirperverliği ile ağırlayan Batida ile…

Danimarka’nın şüphesiz en iyi topluluklarından biri olan Batida sayesinde herhangi bir suretle deneyimleyemeyeceğimiz bir konaklamanın keyfini sürdük bir hafta boyunca. Uçaktan indiğimizde topluluğun kurucularından, (yazar, yönetmen, oyuncus, emektarlarından) sevgili Søren bizi havaalanından alıp yaşadıkları köydeki “çiftliğe” götürdü; köy bu yılki festivalin gerçekleştirildiği Frederikssund şehrine araçla 15 dakika uzaklıkta bir köy. Gece karanlığında sadece “şatovari” bir yapı olan görkemli bir yapıya girdiğimizi fark etmiştik, herkes uyuyorken gece lambalarıyla aydınlatılmış sıcacık bir evdi burası ama ayrıntılara gün ağarınca vakıf olduk: Burası, Søren ve “geniş ailesinin” 80’lerde taşındığı, komün yaşantısı sürdükleri, her metrekaresini el emeği göz nuru ile güzelleştirdikleri bir yaşam alanıydı. İnanılmaz bir doğanın içinde, yanı başında kocaman bir göl, kendi elleriyle yaptıkları İskandinav yapılar ile adeta bir cennetin içindeydik. Ama hepsinden güzeli Batida topluluğunun üyelerinden bazılarının da içinde yaşadığı bu geniş aile ve birbirleriyle ilişkileriydi. Sanırım akrabalık ilişkilerini devrimcileştirmek derken, tanıdığımız bazı ilerici toplum teorisyenleri böyle bir şeyden bahsediyorlar; aile bağlarını sadece kan bağı belirlemiyor, uzun senelerin ve birlikte üretmenin demlendirdiği dostluklar, yoldaşlıklar da belirliyordu. Gölün kıyısında otururken Søren’e “sizdeki bu varlık Türkiye’nin en zengininde bile yok” dediğimde, mütevazi ve sosyalizan yaklaşımıyla “Bunların hiçbiri bize ait değil ki” dedi Søren. Uzun süreli kiraladıkları ve çok imrenilesi bir yaşam alanı haline getirdikleri bu çiftliğin lüksü ve şaşaası ardında derin bir tevazu vardı; her şey çok değerliydi ama pahalı değildi, para değil emek dökülmüştü burası için. Bence beni derinden etkileyen bu aileyi de daha fazla anlatmayayım, zira bütün raporu buna ayırabilirim: kurdukları bu komünal yaşantı ve bu yaşantılarıyla bağlantılı olarak sürdürdükleri güçlü kumpanya yapısı üzerine söyleşme sözü aldık, Søren, Tine ve Karen’den…

Şimdi oyunlara geçelim, bu arada Søren, Tine ve Tülin Hoca’nın festival başlamadan bize festival kitapçığından özel bir seçki yapıp 20 oyundan oluşan dört dörtlük bir program önerdiğini ve ayrıca altımıza da bir araba verdiklerini belirtelim; muhteşem mihmandarlıkları sayesinde festivaldeki belki de en güzel oyunların keyfini çıkarttık.

 

Oyunlar:

Uppercut Dans Tiyatrosu’ndan üç ayrı gösteri izledik festival boyunca:

Body Parts

İlki Body Parts idi. (Oyunların Danca isimlerinin anlaşılmayacağını düşünerek, doğrudan İngilizce isimleri kullanıyorum.) 4-8 yaş arası seyirci için hazırlanmış bir dans tiyatrosuydu. Uykuya dalmak istemeyen, onun yerine oyun oynamak isteyen iki kardeşin, ışıklar karardıktan sonra, hayal güçlerinin ve biraz da bedenlerinin kontrolünü kaybetmeleriyle içine sürüklendikleri yarı ürkütücü hikaye icra ediliyordu. Sözün hiç kullanılmadığı bu dans tiyatrosu örneğinde, iki icracı “oldukça küçük yaştaki çocukları ne tür danslarla yakalayabiliriz?” noktasında belli ipuçları sunuyordu. Hatta bizim izlediğimiz performans zihinsel engelli çocukların okulunda gerçekleşti ve sanırım grup özel bir seyirciye oynayacağını orada, o an öğrenmiş. Apar topar oyunun “ürkütücü” sayılabilecek belli özelliklerini, anladığım kadarıyla dans, müzik ve ışık kullanımındaki gösteri zenginliğini bir miktar sınırlandırmışlar, seyirciyi ürkütmemek adına. Belki de bu mazeretin de etkisi vardır ama çok methini duyduğumuz bu topluluğun Body Parts oyununda bir şeylerin eksik olduğunu düşündüm: dans performansı ve oyunculuk noktasında pek çok şey biraz taslak duruyordu. İkili fiziksel kullanımını ve oyunculuğunu daha fazla zorlayabilir gibi duruyordu, bir de bedensel ifadeleri fazlasıyla seyirciye dönüktü. Bu da bazen bizim Türkiye’de çok karşılaştığımız çocuk tiyatrolarının, çocuklara “henüz büyümemiş, aklı ermemiş” muamelesi yapan tavrını anımsatıyordu. Dediğim gibi, bu ne kadar hazırlıksız yakalandıkları bu özel seyirci kitlesi için yaptıkları kısaltmalardan kaynaklanıyordu, ne kadar gösteriyi bu kez “küçük yaş seyirciye” hazırlamış olmalarından kaynaklanıyordu bilmiyorum. Ama daha sonraki gösterilerinde gözlemlemediğim hafif bir amatörizm kokusu vardı. Grubun sonraki iki performansında bunu hissetmedik; daha büyük yaş grupları için yaptıkları gösteriler daha başarılıydı.

I Am

9 yaş üstü için hazırlanmış I Am Lewis Caroll’ın Alice Harikalar Diyarında adlı romanından uyarlanmış bir dans gösterisi. Bir kadın, dört erkek icracının sunduğu gösteride, öykü akışının tamamına sadık kalınmamakla birlikte harikalar diyarının sofistike, stilize dünyası pek çok boyutuyla seyirciye yansıtılıyordu. Üstelik de hiç de matah olmayan, daha doğrusu “gösterişe kaçmayan” basit bir prodüksiyon ama asıl olarak oldukça usta beden kullanımlarıyla. Bir kere bence şu çok önemli; grup çok genç ve dinamik dansçılardan oluşuyor, dans etmeyi gerçekten çok sevdikleri, fiziksel olarak çok yoğun çalıştıkları sahne üstü performanslarından anlaşılıyor. Artık koreografilerini de kendileri hazırlıyorlarmış. Hele de genç seyirciye oynarken tüm bu özellikleri ciddi bir avantaja dönüşüyor; enerji ve anlatım dili olarak genç seyirciyi rahat yakalıyorlar. Bir gösterilerini ortaokul düzeyi, diğer gösterilerini lise düzeyi seyirciyle birlikte izledim. Bizim buradaki genç seyirci deneyimimize paralel noktalar yakaladım; orada da ortaöğretim Uppercut’ın her esprisine gülmeye ve sürekli oyunun içinde kalmaya teşneydi. Daha ergen lise seyircisi ise oldukça skeptik, yani kuşkucu, gözlemci ve “ancak en iyi espriye gülerim” hallerindeydi. Ama bu oyunun içine girmedikleri anlamına gelmiyordu. Onları kavrayacak iyi espriler oyunda mevcuttu ve seyirci ile iletişime girmeye çalıştıkları interaktif yerlerde bu skeptik seyirciyi bile itmemeyi, tepki almayı başarıyorlardı. Oyunla ilgili en dikkat çekici nokta gerçekten, normalde sinamasal tekniklerle ya da büyük prodüksiyon olanaklarıyla yaratılan renkli grotesk dünyanın, tekerlekli bir kanepe üzerinde takım elbiselerle içeri giren dört erkek dansçının stilize beden kullanımlarıyla canlandırılıyor olmasıydı. Grotesk ve yalın çok farklı üslupların hepsi, son derece usta beden kullanımlarıyla o masalsı dünyayı örüyordu. Gösterinin diğer bir etkileyici unsuru da, Alice’in “erkeklerle” ve “eril dünya” ile karşılaşan ama bunun karşısında direnen, orayla oynayabilen, yer yer alt edebilen, işbirliği kurup kavga edebilen bir kadın bedeni olarak kurgulanmasıydı. Yani oyunun toplumsal cinsiyet kurgusu oldukça vurguluydu. Bu benim genç seyirci için de oldukça anlamlı bulduğum bir vurgu; çünkü ergen izleyiciler karşılıklı ilişkilerinde toplumsal cinsiyete has önyargılardan çok etkileniyorlar. Ama gösteride bu kalıplar, yani kadınlık ve erkekliğe dair bildik tanımlar yapılmıyordu ve erkeklik de tartışılıyordu; tanıtım broşüründe de belirttikleri gibi I Am “kimliği araştıran” bir oyundu. Erkeklerin de kadının da henüz kimliği oturmamıştı ama eylem karşılıklı çatışma ve ilişki içinde anlamlanıyordu. Örneğin erkek topluluğu zaman zaman saldırganlaşıyor, zaman zaman içlerinden saldırganlaşan birine karşı Alice ile ittifak kuruyor, zaman zaman Alice’i köşeye sıkıştırmaya çalışıyordu. Bu anlamda masalın toplumsal cinsiyet okuması yapılmış gibiydi. Alice’in içeri girerken giydiği koca etekten sıyrılması, aynada kendisiyle ve erkeklerle karşılaşması gibi sembolik kullanımlar da çok anlamlı buluşlardı.

 

360°

Grubun üç aşağı beş yukarı aynı icracılarla sergilediği 360° oyunu da yine 9 yaş üstü için hazırlanmıştı. Hikaye bu kez, “avcı hikayeleri” üzerine kuruluydu; avcıların yalanla hayal dünyası arasında gidip gelen anlatılarından yola çıkılmıştı. Tanıtım broşüründe şöyle ifade edilmişti: “Gördüğünüz onca hayranlık verici şeye kimse inanmazsa ne olur? Hikayeleriniz uçuşa geçer ve siz kontrolü kaybederseniz ne olur? Kontrolü tekrar ele geçirebilir misiniz? Geçirmek ister misiniz?” Modern insanın yabanıl ile, saldırgan erkeğin kırılgan kadın ile kurduğu ilişkiyi işlemeye çalışan bir öyküydü 360°. Bunu yaparken yabanıl olan ya da kadınsı olanı biraz tek yönlü işlemiş olması nedeniyle zaman zaman oryantalist bir etki verse de, temelde hümanist itkilerle yapılmış bir oyundu kanımca. Çünkü en nihayetinde modern yabanıla, erkek kadına üstünlük kurmaya çalışıyor ama bu tam anlamıyla mümkün olamıyor, bu iktidar savaşından eninde sonunda iktidar konumunda olan da, ezilen kadar olmasa da zarar görüyordu çünkü iktidar kendi dünyasını ve yaşadığı çevreyi tahrip ediyordu. Beyaz adamın etrafı keşfetme ve fethetme güdüsü yıkımla sonuçlanıyordu. Bu hümanist mesajıyla da genç seyirci açısından enteresan bir oyundu. Ne kadarı anlaşılıyordur bilemiyorum ama uzun sahnelemeler nedeniyle yer yer gösteriden kopsak da, grubun dans mahareti ortaöğrenim düzeyindeki ergenleri ve biz yetişkin seyirciyi tatmin etmiş gibiydi.

Bu arada grup gösterilerinde çıplaklığı, tensel teması, genç seyircinin de sınırlarını bir nebze zorlamak pahasına kullanıyordu. Elbette Danimarkalı gençlerin öpüşme yahut iç çamaşırıyla dans eden dansçıların bazı figürleri karşısında “Oh my God!” tepkileri verdikleri oldu; Danimarkalılar diye cinsellik onlar için bir tabu değil diyemeyiz ama bu noktada bizim eğitim sistemimizden çok daha ilerici bir noktada gibi görünüyor Danimarka. Uppercut da rahatsız edici olmayan bir yerden cinsellik tabusunu -ikili cinsiyet sistemi sınırları içinde kalarak da olsa- kırmak için gençlerin sınırlarını makul ölçüde zorluyordu. Ve bu bilinçli bir tercih gibi görünüyordu. Başka prodüksiyonlarda da bu dikkatimizi çekti; çıplaklık ve tensel temas pek çok gençlik oyununda kullanılıyordu. (Bizim sahne üstünde sergilemeyi tercih etmediğimiz noktalar bunlar.) Uppercut’ın gösterileri için bkz: http://www.uppercutdance.dk/

Grup Batida Oyunları

Batida daha evvel Türkiye’deki festivallerde tanışma ve iki oyunlarını – Overture ve Crown It All- izleme fırsatı bulduğum tek gruptu. Aprilfest ziyaretimiz sayesinde dört oyunlarını daha izledik...

Little T

Bunlardan ilki olan Little T grubun da bu sezon için hazırladığı yeni oyundu. Doğu’nun çöllerinde geçen şiirsel bir hikaye olan Little T, koca kulaklarla dünyaya gelen Küçük oğlan çocuğu T’nin ve onun kentinin hikayesiydi. T’nin alameti farikası, doğuştan getirdiği, koca ağaç yaprakları kadar büyük kulaklarıydı. Babası, oğlu koca kulaklarla doğduğu için hayıflanıyor, oğlunun diğerlerinden farklı olmasını hazmedemiyordu. Buna karşın Little T bunu dert etmeyecek, büyümeye başladığında da kendi naif dünyasında gitar çalıp koca kulaklarıyla evreni dinlemeyi tercih edecekti. Hatta bir zaman sonra, koca kulakları sayesinde herkesin duyamadığı sesleri bile duymaya başlayacaktı. Senelerce senelerce evvel bu kentten haksız yere kovulmuş ‘oyuncak ayıların’ sesleri evrenin derinliklerinden onun kulaklarına çalınacak, hatta Küçük T aslında insanların da bu ayıları özlediğini duyumsayacaktı. Bu keşfini dedesine açtığındaysa, dedesi de ona açılacaktı; dede de koca kulaklının tekiydi ama dışlanmaya ve ayıların acıklı seslerini duymaya dayanamayarak kulaklarını sarıkla sarmış saklamıştı. Ayrıca evet, oyuncak ayılar haksız yere sürgün edilmişti. Hikayenin sonunda ayılar şarkı türkülerle kente geri davet edilecek, oğlunun kulakları gibi başka farklılıklara da tahammül edemeyen baba ve diğerleri de bir anlamda ıslah edilecekti. 3-8 yaş arası seyirci için hazırlanmış bu güzel hikayeyi, anaokulu öğrencileriyle birlikte izledik; en az çocuklar kadar, çocuklar arasındaki bir öğretmenin de hikayeden büyülenip hayret nidaları ve naif tepkiler verdiğini görmek çok enteresandı. Grup Batida, basit hikayelerle kocaman meseleleri anlatmadaki ustalığı ve müzikal kullanımındaki maharetiyle küçük büyük her seyirciyi oyunlarının dünyasına çekmeyi çok iyi başaran bir grup. Ayrıca, izlediğim her Batida oyununda, oyunun naif hikayesinin ardında güçlü politik iletiler okumaktan kendimi alamıyorum. Örneğin bu hikayede, şu ara çokça kafamızı meşgul eden soykırım ve farklılıklara karşı tahammülsüzlük meselesine dair son derece insani bir mesaj gördüm; anaokulu çocuklarının da adını koymasalar bile bu mesajları okuduğuna eminim. Bu anlamda, Batida’yı küçük hikayelerle dünyaları anlatma anlamında çok başarılı bir grup olarak görüyorum.

 

The Man Called Rolex

Bir diktatör tarafından yönetilen, Doğu Bloku ülkeleri andıran bir ülkede geçen, sanatçının/aydının sorumluluğunu ve vicdani yükümlülüğünü tartışan bir oyun A Man Called Rolex… Ülkenin diktatörünün tablosunu yapmaya çalışan yetenekli ressam, portreyi çizer ama son bölümü, diktatörün gözlerini, bir türlü tamamlayamaz; çünkü diktatör ondan gözlerindeki ışığı resmetmesini istemiştir ama aslında diktatörün gözünde ışık yoktur. Çaresizce diktatörden hediye aldığı eşsiz Rolex saatin hakkını vermeye çalışan ressam bir gece bir Çingene kadına aşık oluverir ve dikatörün siparişini bir kenara bırakıp Çingene’nin çok güzel bir tablosunu boyar. Kadın ressamdan hamile kalır, bunu öğrenen aile ressamın evini basar ama ressam evliliği ve kadının karnındaki bebeği kabul etmez. Kadına kolundaki Rolex'i hediye eder. Rolex anneden oğula geçecektir. Gayrimeşru bebek yetimhanede yetişecek ve seneler sonra gizli polis teşkilatının önde gelen isimlerinden olacaktır; çünkü insanların gözlerine bakarak yalan söyleyip söylemediklerini görebilme yeteneğine sahiptir. Memlekette devrimin ayak sesleri yaklaşırken, köşeye sıkışan diktatör, polisi verdiği kara listedeki tüm muhalifleri sorgulamakla görevlendirir; bu arada kolundaki Rolex'ten polisin ‘ressamın piçi’ olduğunu anlar. Diktatör listeye son olarak, seneler önce çok hırslandığı bu ressamı da ekler. Polis işini yapacak, elindeki listeyi tamamladıktan sonra son olarak varlığından haberdar dahi olmadığı babasını sorgulayacak, gerçeği fark edecek ve babasını cezalandıracaktır. Sonra da silahını diktatörün alnına dayayacaktır. Bu arada devrim yükselecektir.

Hikaye bir çingene trubu tarafından anlatılıyor; Batida topluluğu kalabalık ve enerjisi yüksek bir kadroyla hem çalıp hem söylüyor hem de ara ara Brechtyen bir üslupla seyirciye dönüp hikayeyi anlatıyor. Çingeneler oyun kahramanlarını da oynuyor; oyunda mizahi ve dramatik üslup maharetle, geçişken bir biçimde bir arada sergileniyor. Bu da seyir zevkini ve bu güzel hikayenin etkisini üst düzeye çıkarıyor. Hem genç, hem yetişkin, hem çocuk, her yaştan izleyici için...

 

Spaghetti

İki uzun beyaz adam, spagetti adlı müstesna yemekleri ve spagetti aşçılığındaki ustalıklarıyla övünür ama onlara hiç benzemeyen kısa boylu, kırmızı saçlı ve deli gibi aç olan davetsiz misafirleriyle spagettilerini asla paylaşmazlar. Kendi aralarında da sınıfsal bir ötekileştirme yaratan ikili, hele bu öteki kırmızı clown'ı asla aralarına almaya niyetli değillerdir. Ama kırmızı clown sonunda uzlaşmaz görünen farklılıkları uzlaştırmayı, onlarla yemeği paylaşmayı başarır. Üstelik de spagettiye kattığı ketçapla, yani kendi özgün tadıyla, farklılıklar arasında çok lezzetli bir entegrasyon yaratır. Oyunun sonunda hep birlikte spagettiyi afiyetle yerler. 3-8 yaş arası minik seyirciler için hazırlanmış olan bu oyun, yine basit ama güzel hikayesiyle, usta oyunculuklar ve sahne tasarımıyla iletmek istediği insani mesajı başarıyla seyirciye ulaştırıyordu. Ayrıca mültecilere karşı faşizan yaklaşımın büyük siyasi partilerce de desteklendiğini öğrendiğimiz Danimarka bağlamında, oyunun çocuklara aktardığı bu iletinin çok değerli olduğunu düşündük.

 

The Wonderful Trio

5-9 yaş arası izleyici için hazırlanmış olan The Wonderful Trio’da, yukarıda geçen Batida oyunlarından farklı olarak, öykü vurgulu bir oyundan çok, sahnede üç clown’ın yer aldığı, oyunsuluğun ön planda olduğu, seyirciyi fantastik bir dünyaya taşıyan yine keyifli bir oyunla karşılaştık. Muhteşem Üçlü çok önemli bir gösteriye hazırlanmaktadır ve Maestro yeni bestesi konusunda çok heyecanlıdır. Ama tam Üçlü ezgiyi çıkarmak üzereyken, grubun üçüncü üyesi Karl’a bir takım tuhaflıklar olur –her seferinde Karl ağzından bir şeyler yumurtlar- bu seyirciyi başka atmosferlere taşır ve beste bir türlü ‘doğru biçimde’ çalınamaz. Ama sonunda bu tuhaflıklar sayesinde ortaya bambaşka, eşsiz bir kompozisyon çıkar. Sahne tasarımı ve üç maharetli clown sayesinde Wonderful Trio da seyir zevki hayli yüksek, güzel bir oyundu.

Batida oyunları için bkz: www.batida.dk

 

Şimdi küçük yaş grubundan çocuklar için hazırlanmış beş oyundan bahsedeyim:

 

Theatret HMF - The Hand

The Hand Danca olsa da takip edilmesi gayet kolay bir dedektiflik öyküsüydü. Oyuncu Jens Kløft oldukça sıcak ve maharetli bir clown karakteri oluşturmuştu; Dick van Dutch burnu suçun kokusunu çok iyi alan bir dedektifti ama araştırması esnasında sürekli bir şeyler onun gizemi çözmesini engelliyordu. Tabii ki Dutch’u engelleyen yine kendisiydi! 6 yaş üstü seyirci için hazırlanmış bu oyunu ilköğretim öğrencileriyle birlikte biz de keyifle izledik. Kısacık basit bir öykü ama iyi clown numaraları üzerine kurulu bir oyundu. Sadece Danimarka’da birçok çocuk oyununda çok basit öykülerden çok etkileyici sözlerin çıkarılabildiğini gördüm; bu oyun bende “sanki daha fazlasını söyleyebilirdi çocuklara” izlenimi bıraktı.  bkz. http://burninglove.eu/index.php/da/forestillinger/handen

 

Meridiano Teatret – Papermoon

3-7 yaş arası çocuklar için hazırlanmış bu oyun oldukça başarılı bir kukla oyunu örneğiydi. Oyunun öyküsü kabaca şöyleydi: annesi ve babası yeni ayrılmış olan Elliot'ı geceleri uyku tutmamaktadır. O da kütüphanesindeki kitaplara başvurur. Tek kelimesini bile anlamadığı ama resimlerine bakarak içine dalıp uzak diyarlara seyahat ettiği kitaplarına... (Bu noktada ince detaylarla süslenmiş çocuk odasının koca bir cilt kitaba dönüştüğünü, Elliot onun içine daldığında da çok başarılı bir sürreel dünyanın önümüze serildiğini belirteyim.) Yolculuğu esnasında yanında da onu hiç terk etmeyen oyuncak ayısı vardır. Gittiği diyarlarda Elliot şu soruya cevap aramaktaydır; 'neden artık annem ve babam birlikte yaşamıyor?'. Oyunun son sahnesinde Elliot penceresinden her gece izlediği 'kağıttan ay dede'yi bulur ve ona da sorar: Babası acaba artık onu sevmediği için mi, ortalığı dağıttığı, yaramazlık yaptığı için mi evi terk etmiştir? Hayır der ay dede, büyükler bazen böyle şeyler yaparlar der. Elliot ise, 'ama ben aklıma esince oyuncak ayımı terk etmiyorum, o da beni terk etmiyor'. Ay dedenin bu soruya verecek net bir cevabı yoktur ama bu ayrılığın Elliot'ın kendisiyle ya da anne babasının ona verdiği değerle ilgili olmadığına ikna eder onu. Bu anlamda oyun, ebeveynleri  boşanmış pek çok çocuğun kafasındaki değer tartışmasını, değersizlik korkusunu çok naif ve şiirsel bir üslupla tartışıyor, boşa çıkarıyordu. Ve bunu da son derece basit ama zengin, estetik bir tiyatro diliyle yapıyordu. bkz. http://www.meridiano.dk/papermoon/index.htm


Riddersalen - Open House

1.5-4 yaş arası çocuklar için hazırlanmış Open House adlı oyunun bir ilkokuldaki gösterimine gittiğimizde, bizi okulun spor salonunun girişinde, tombul, katkat cepli kabarık eteği, kırmızı kocaman saçlarıyla çok tatlı bir kadın karşıladı. Hol diyebileceğimiz bir bölümde önce bizi ve daha önemlisi ilgileri henüz hayli dağınık olan 2 yaş civarı yuva çocuklarını, kat kat kabarık eteğinin onlarca cebinden çıkardığı oyun kahramanı oyuncaklarla tanıştırdı. Bu sevimli başlangıç ardından hep birlikte, sanki bir korku tüneline girer gibi karanlık bir salona girdik ve 'tataaaam!' oyunun sürprizli dekorun ışıkları yandı. Yerlerimize yerleştik. Oyunun hikayesini şu cümleyle özetleyebiliriz: Hans doğum gününde oyuncak köpeği Hunni'yi kaybetmişti ve evin odalarında onu arıyordu. Bu yolculukta kırmızı saçlı oyuncumuz usta anlatıcılığı ve 2 yaş civarı çocuklarla kurduğu o inanılmaz iletişimle bize eşlik ediyordu ve her odada bizi yine başka başka sürprizlerle/oyuncaklarla/kuklalarla buluşturuyordu. Ve sonunda hep beraber evin içini didik didik ettiğimiz, “Hunniii!” diye kaybolan köpeği bağır çağır aradığımız yolculuk mutlu sonla sonlanıyor ve sahibi Hunni'ye kavuşuyordu. Ama işin güzel yanı bu derece basit bir öykü, büyük bir anlatıcı ustalığı, çok güzel bir tasarım ve çocukların da soluksuz izlediği bir sihirli dünya ile bizi içine alıyordu.

bkz: http://riddersalen.dk/

 

Teatret Gruppe 38 - The Darkness Rests Under The Bed

4 yaş üstü seyirci için hazırlanmış bu oyun, iki ebeveynin ve müzisyen oğullarının hikayesini anlatıyordu. Ama roller tersine dönmüştü artık; ileri yaştaki anne baba, oğulları tarafından yatağa gönderilmişti lakin 'daha eğlence yeni başlıyor' diye düşünüp uyumak bilmiyorlar ve piyanosu başında işine konsantre olmuş oğullarını yanlarına çağırıyorlardı. Metinsel bir oyun olduğu için hikayenin ve dilin inceliklerini kaçırdık elbette ama iyi oyunculuklar bize yaşlı çift hakkında, usta sahne tasarımı da hikayenin sürreel üslubu noktasında çok fazla fikir ve estetik keyif verdi. Yaşları ilerledikçe ebeveynler çocuklaşmıştı; anne yine daha kontrollü ve rasyoneldi, koca sanki daha da çocuklaşarak iktidarını iyiden iyiye karısına teslim etmişti. Aslında bizim için de canlı bir yaşlı ebeveyn gözlemi bu. Çok güzel rüya ve bilinçlatı sahneleri, yatağı ziyaret eden rüyalar, sürreel yaratıklar, kuklalar ve ışık oyunları aracılığıyla sunuldu. Oyun ve oyunculuklar baştan itibaren fantastik ve stilize bir dünyayı başarıyla kurdu. Zamanın ilerlemesi, yaşlılık ve ölüm Danimarka çocuk tiyatrosunda epey işlenen temalarmış; çocuklar açısından bu yönde bir tartışma açmaya çalıştığını ‘tahmin ettiğimiz’ oyun absürdist bir üslup sunuyordu. Metni takip edemediğimiz için bu yorumlar izlenim düzeyinde ve sınırlı kalıyor elbette. Bir de müzisyen oğlun hikayeye herhangi bir katkısı ya da bu karakterin çizgisinde bir kırılma oyunda yoktu, bu da hikayede eksikliğini hissettiğim bir nokta oldu.
bkz:
http://www.gruppe38.dk/ pages/program/moerket-liggerunder-sengen

 

Teater Refleksion - The Way Back Home 

4-8 yaş arası çocuklar için hazırlanmış gösteri, dolabında bulduğu tek kişilik bir uçakla uzaya uçan, yakıtının bitmesiyle de aya konan bir oğlanın macerasını anlatıyordu. Çocuk ayda yalnız olmadığını fark ediyor, oyun bu noktadan sonra oradaki diğer yaratıkla kurduğu iletişime odaklanıyordu. Hikaye temelde bilinmeyene dönük korkunun üzerine gidiyor, ötekiyle iletişimin aslında mümkün olduğunu ima ediyordu. Hikayenin zayıf düştüğü yerlerde, çocuklar da biz de yer yer dağıldık ama kukla tasarımı ve kullanımı açısından yine ustaca bir oyundu.

 bkz: http://www.refleksion.dk/ program/aktuelle-forestillinger/ vejen-hjem.html

Festivalde “gençlik oyunu” diyerek ayrıca kategorize edebileceğimiz üç oyun izleme fırsatı bulduk; son olarak da bu oyunlardan kısaca bahsedeyim… 

Asterions Hus - Romeo and Juliet (9 yaş üstü seyirci için)

Asterions Hus bizi klasik bir Romeo ve Juliet sahnelemesinden çok farklı bir sahnelemeyle buluşturdu; bu Shakespeare klasiğindeki 'aşıkların ölüm anı'na odaklanan grup, bu fiziksel aksiyonu 24 ayrı yorumla 24 ayrı episodda sergiliyordu. Ve bu sahnelemelerin hepsi fiziksel tiyatrodan çıkıyordu; elbette yer yer Shakespeare metni oldukça sınırlı biçimde, bir anlamda karikatürize edilerek kullanılıyor, ama daha ziyade intihar/ölüm eylemindeki şiddet ve ikilinin birbirine uyguladığı şiddet fiziksel tiyatro yoluyla yorumlanıyordu. Oyunun genel hikayesini başta çok kabaca geçen grup, plotu resmen lime lime etmişti. Oyun aşıkların ilişkisindeki ve nihayet ölümündeki şiddeti mizahi bir dille açığa çıkarmak istiyor gibiydi. Bu yoruma iki oyuncunun inanılmaz enerjisi damga vuruyordu. Evet, açık alanda, çimlerin üzerinde ortaöğretim öğrencileriyle birlikte izlediğimiz ikili 'acaba neyle besleniyorlar?' diye düşündürtecek kadar enerjik ve yüksek kondisyonluydular. Kimi episodda birbirine aşık iki sumo güreşçisine, kiminde bahçıvanlara, ara ara klasik Romeo ve Juliet'e dönüşüyor, wormdance yapıyorlardı. Özetle bize çok enerjik bir sergileme sundular. Kurdukları basit sahneleme matematiği vurgulanmaya çalıştıkları noktanın altını kalınca çizdi. Yorumda, özellikle kadın oyuncunun fevkalade performansı sayesinde, naif, manipülasyona açık, kırılgan Juliet klişesinin aksine, (ki ben klasik metindeki Juliet'in de tam olarak böyle bir Juliet olduğuna inanmıyorum) kendisi bu aşktaki cinsel politikanın belirleyicisi olan güçlü bir Juliet çıkıyordu... Kadın icracı, bizim görmeye alıştığımız aşık portresi adına bir göz kırılması yaratıyordu.

bkz. www.asterionshus.dk

Teatret Patrasket – Smash

10 yaş üstü seyirci için hazırlanmış Smash iki arkadaşın, tenis üzerinden kurdukları dostluk ve rekabet arasında gidip gelen ilişkileri üzerineydi. Tenis konusunda büyük hırsları olan Thomas, çocukluk arkadaşı Frederik’e de tenis oynamayı öğretir ama Frederik bu işte tahmininden biraz daha iyi çıkıp arka arkaya onu yenmeye başlayınca, olayın rengi değişir. Thomas egosuna kurban olur ve dostluğunu bitirir. Oyun dostluk/rekabet ikilemi gibi bir temayı ele alarak, genç seyirciye kendi açılarından yakın ve kışkırtıcı gelebilecek bir tartışmayı sunuyordu. Diğer yandan, tenis sporu / disiplini oyuncular tarafından iyi etüt edilmişti ve ustaca sahne diline aktarılmıştı; böylelikle enteresan bir biçimde tenis sporu sahnede estetik dilin kurucusu haline gelmişti. Bunda oyuncuların gerçekten çocukluk arkadaşı olmasının ve gerçekten tenis meraklısı olmasının, ayrıca bu rekabet/dostluk hikayesinin gerçek hayattan alınmış olmasının etkisi varmış, sonradan öğrendik… Smash gençlik tiyatrosunda gerçekçi ve yalın bir üslupla, genç seyircinin ilgisini öykü ve tartışma üzerinden derlemenin mümkün olduğunu gösteren bir oyun olması açısından enteresandı.

bkz: http://patrasket.dk/ forestillinger/smash  

ZeBu - True Confusion

ZeBU yine hem çocuk hem de genç seyirci için gösteriler üreten profesyonel bir dans tiyatrosu topluluğu. True Confusion adlı gösteride çocukluktan yetişkinliğe geçen, biri kadın biri erkek iki arkadaşın bu geçiş esnasındaki deneyimleri tamamen dans ve fiziksel aksiyon yoluyla anlatılıyordu. İki arkadaş bu sırada karşılıklı cinsiyet ve toplumsal cinsiyet kimliklerini de keşfediyor, bu dönüşümün aralarında yarattığı çatışmayla nasıl baş edebileceklerini, ilişkilerini nasıl yeniden tanımlayabileceklerini keşfetmeye çalışıyorlardı. Bu arada hakikat, ebeveynler, otoriteler ve Tanrı’nın koyduğu kurallarla da hesaplaşmaya çalışıyorlardı. Toplumsal cinsiyet eşitliği ve feminizm gibi kavramların, hele de genç seyirciyle paylaşılan kültür sanat işlerinde bu kadar içselleştirildiği örnekler görmek insanın yüreğine su serpiyor. Danimarka bu anlamda bir hayli ilerici. Sanki feminizm bu topraklara bir kere girmiş de bir daha “ötelenememiş” bizdeki gibi, içselleştirilmiş bir ölçüde. Bu anlamda True Confusion toplumsal cinsiyet eşitliği gibi kavramların eğitim sisteminde bir o kadar dışlandığı bizim coğrafyamızda, neler yapılabileceğine dönük esin verici bir gösteriydi.

bkz: http://www.zebu.nu/ forestilling/sand-forvirring/

***

Son olarak, ASSITEJ Türkiye ve Danimarka’ya, bu güzel ve zihin açıcı deneyimi yaşamamıza vesile oldukları için teşekkür etmek isterim; çocuk ve gençlik tiyatrosu alanında ilerlemenin ve kurumsallaşmanın örgütlü yapılar ve örgütlenme çabası ile mümkün olduğu çok açık.

 

 

 

 

 

   

 

 

 

 

 


08.06.2015