Danimarka Festivali Gözlemci Raporu/Firuze Engin


Danimarka Festivali Gözlemci Raporu/Firuze Engin

30 Mart- 6 Nisan 2014 tarihleri arasında, Danimarka’nın Holstebro kentinde gerçekleştirilen April Festival’de, Assitej Türkiye’yi temsilen gözlemci olarak bulundum. Bir hafta gibi kısa bir sürede 25 oyun izledim, yanı sıra festival kapsamında gerçekleştirilen bazı etkinlik ve söyleşilere katıldım.

Oldukça yoğun geçen bu hafta benim için sanatsal ve düşünsel olarak inanılmaz ilham vericiydi. Edindiğim dostluklar nedeniyle de enerji yüklü olarak geri döndüm. Uzun zaman hatırlayacağım…

Holstebro’da kaldığımız süre zarfında her gün, şehrin bir çok noktasında ve aynı anda onlarca gösteri ve oyun sahneleniyordu. İzlediğim tüm oyun ve gösterileri detaylıca yazmak sanırım bu raporu fazlaca uzun bir hale getirecek. Bu nedenle genel izlenimlerimi, festival süresince çocuk ve gençlik tiyatrosuna dair zihnimde uyanan düşünceleri ve bazı deneyimlerimi genel başlıklar içine toplayarak yazmaya çalışacağım.

FESTİVAL- GELENEK;

April Festival’in, Danimarka’da çocuk ve gençlik tiyatrosu eserleri veren topluluklar için gelenekselleşmiş bir festival olması benim için en ilgi uyandırıcı şeylerden biriydi. Festival geleneği dediğimiz şeyin, sadece, organizasyonun her yıl tekrar ediliyor olmasından ibaret olmadığı – olmaması gerektiği- hakkında düşüncelerim, iyi bir örnekle pekişti. Bu festivalin (özellikle yüzlerce oyunun sahnelendiği son üç gününde) aynı zamanda tiyatro topluluklarının yıllık anlaşmalarını yapıkları bir tür market olduğunu öğrendim. Bu son üç günde festivali, davetliler ve şehirde yaşayanlar haricinde, ülkenin her yerinden gelen oraganizatörler, okul yöneticileri ve öğretmenler izliyordu. Yani etkinlik haftası, aynı zamanda, tiyatro toplulukları ve okulların ya da kurumların yıllık anlaşmalar yaptığı bir hafta imiş. Bir festivalin, aynı zamanda bir market olarak çalışması, ilk etapta kulağa hoş gelmiyor olabilir. Fakat, düşününce, festivallerin tiyatroların alıcılarıyla buluşması için aracılık ediyor, dümdüz söylemek gerekirse sektöre de doğrudan hizmet ediyor olması aslında harika!

Türkiye’de gittikçe sayısı artan ve bizi memnun eden Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Festivallerinin, hepsi olması bile bunlardan hiç olmazsa bir kısmının, bir gün böyle bir görev edinmesi ümidi uyandı içimde.  

Örneğin aklıma, Ankara’da Devlet Tiyatrolarının organize ettiği ‘Küçük Hanımlar Küçük Beyler’ festivali geliyor. Küçük Hanımlar Küçük Beyler, uluslar arası bir festival olduğu için belki April Festival ile aynı formatta uygulanmasını bekleyemeyiz. Ancak, neden olmasın, bu festival bir yandan uluslar arası toplulukları ağırlarken, bir başka koldan iyi işler yapmakta olan çocuk ve gençlik tiyatrolarını, okul ve kurum temsilcileriyle buluşturmak gibi bir misyon edinebilir. Bu yan çalışmayı, küçük çapta, diyelim ki sadece Ankara il sınırları içinde yürütse bile mühimdir. Hem Ankara’da genç sanatçıların çocuk-gençlik tiyatrosuna daha çok meyletmesine ön ayak olmuş, hem de uzun vadede şehirde gençlik tiyatrosu sektörünün gelişmesi ve sanatsal olarak sürekli iyileşmesine katkı sunmuş olur.

Elbette, bir misal olarak bu festivalden bahsediyorum. Gönül ister ki, hali hazırda festival yapmakta olan tüm şehirler, yerelde nitelikli tiyatroların oluşması için de çaba sarf etseler. Bu da gelenek yaratmanın önemli bir adımıdır. Sözün kısası, April Festival, tiyatroları alıcısıyla, sanatçıları sektörle buluşturma konusunda heveslendirici bir model olarak karşıma çıktı.

İÇERİK;

April Festival’de, gerek küçük çocuklar, gerek ergenler için yapılmış oyunların hayli geniş bir konu yelpazesi vardı. Bizler, oyun hazırlarken, özellikle cinsellik ve ölüm başlığından sakınırız. Tehlikeli ya da sakıncalı buluruz. Bazen de tiyatroda altından kalkamayacağımız meseleler olduğunu düşünür, bu yüzden yanaşmayız. Ancak, özellikle bu iki konunun (ölüm ve cinsellik) her yaştan çocuk ve gencin ilgi odağı olduğu da açık.

İzlediğimiz oyunların hiç biri doğrudan cinsellikle ilgili değildi, ama diyebilirim ki bir çok oyun, cinselliği farklı dozlarda da olsa sakınmadan meselesinin içine katabiliyordu.  Ya sevişmenin kendisi hiç görünmeden sembolik olarak temsili sahneye getiriliyor, ya da cinsiyetlerin farklılığını bedensel özellikler açısından göstermekten imtina edilmiyordu. Bir kez daha şunu düşündüm, bir aşktan söz ediyorsak örneğin, cinselliği-arzuyu yok saymak yerine onun estetik ifadesini aramak daha manalı. Veya, öpüşmeyi, birbirine dokunmayı insan kimyasını o denli değiştiren şeyler olduğu için ‘cinsellik’ olarak ele almak hiç de tuhaf değil.

Ölüm başlığını konu edinme açısından, etkileyici bir oyun izledim. Teatret Fair Play topluluğunun ‘All The Dear Little Animals’ adlı bu oyununda, elli yaşlarında bir kadın ve bir adam bize, çok küçükken yaşadıkları bir hikayeyi anlatmak istiyordu. Bu, o zaman, yani çocukken buldukları ölü bir eşek arısıyla başlayan ilginç bir hikayeydi. İki oyuncu zaman zaman bugünkü yaşlarından bize anlatıcı olarak sesleniyor ve zaman zaman da çocuk hallerine dönüp hikayeyi canlandırıyordu. Mesele çok basitti. İki arkadaş ölü bir eşek arısı buldular. Biri ölülerden ve ölümden korkuyor, diğeri ise bu eşek arısını gömmek hatta ona Hristiyan geleneğine uygun bir cenaze töreni yapmak istiyordu. Ve birlikte bu töreni yaptılar. Eşek arısını bahçeye gömdükten sonra, korkusuz olanı başka ölü hayvanlar getirmeye başladı.  Fare, kirpi, kuş, tavşan hamam böceği…Onlara tabutlar hazırladılar, tören düzenlediler, kısa zamanda oynadıkları bahçeyi bir mezarlık haline getirdiler ve tüm bunlar olurken sürekli ölümden konuştular...

Oyun hiç de karamsar değildi. Çünkü tüm bu cenaze törenleri, iki arkadaşın bir tür oyun oynama haliydi. Ama hem de gerçekten ceset gömüyorlardı. Üzülüyor, korkuyor ya da heyecanlanıyorlardı.  Oyun okul öncesi çocuklar için sahneleniyordu ve her yaştan insana sıcak duygular verecek kadar naifti.

Biz yetişkinler, çocuklarla ölüm arasında hep bir mesafe koymaya çalışırız. Ya şöyle düşünürüz : “Çocuklar ölümle ilgilenmesinler, çocuklar ölümden sarsılırlar, ölüm düşüncesini onlardan uzak tutalım, sarsılmasınlar”

Ya da şöyle düşünürüz “Çocuklar ölümle ilgilenmez ki. Onlarda duygu olarak ölümün pek bir karşılığı olmasa gerek, çünkü bilgisi yok”

Aslında iki düşüncemiz de yanılgı.  

Çocukların ölümle bizim kadar ilgilenmediklerini zannediyoruz ama ölüm onlar için sandığımızdan çok daha önemli ve derin olabilir. Bir kere ölüm çok gizemli bir şey. Birisi varken, bir anda yok oluyor. Bir daha hiç olmayacak. Çocuk aklında nice düşünce ve soruyu uyandıracak aynı zamanda kalbinde tarifsiz duyguları harekete geçirecek olağan üstü, tuhaf bir durum!

‘All The Dear Little Animals’ ölümü konu edinirken meseleye tam da burasından yaklaşıyordu. Temsilden birkaç saat sonra oyunculardan Henrik’le sohbet ettik.  Bu düşüncelerimden söz ettiğimde, bunların oyunun çıkış noktası olduğunu söyledi : “Evet. Çocuklarla ölüm hakkında konuşmuyoruz. Sorun haline getiriyoruz. Onlardan kaçıyoruz. Meseleyi de böylece onlardan kaçırdığımızı zannediyoruz ama çocuklar kendi aralarında ölüm hakkında konuşuyorlar. İçlerinden kendileriyle de konuşuyorlar”

İşte sanırım bu önemli bir nokta. Eğer çocuklar bir şey hakkında düşünüyor ve konuşuyorsa, o şeyin kendisi, tiyatronun konusu olma özelliği taşıyor demektir. Ölüm, cinsellik, ya da nedeni belirsiz ruhsal sıkıntı… Tiyatro, çocuk seyircinin iç dünyasına, duygularına ve günlük pratik olaylarla meşgul olan zihnine ulaşmak istiyorsa, bu tip başlıklar aslında atar damar özelliği taşıyorlar. Tiyatro, bu gibi konulardan kaçınmak yerine özellikle onların kapısını aralamakta cesaretli olmalı. 

TEKNOLOJİNİN KULLANIMI;

Haksızlık etmeyeyim güzel örnekler de var ama genel olarak Türkiye’de, tiyatro ve video performansın bir arada olduğu o kadar işlevsiz örnekler izliyoruz ki, ben bir ara, gına gelerek,  “tiyatroda videonun ne işi var yahu?” noktasına kadar gelmiştim. Festivalde izlediğimiz bazı oyunlar, tiyatroda video teknolojisinin ne işi olabileceğine dair fikirlerimi genişletti. Biçiminin teknolojiyle birlikte tasarlanmış olması işleri tamamen değiştiriyor.Teknoloji, oyunun süsü değil ta kendisi olunca yani….

Teknolojiyi, tasarım unsuru olarak belirleyen oyunlar, izlediğimiz anlatının, video ve ses teknolojisi olmadan, başka hiçbir biçimde mümkün olamayacağını düşündürüyordu.

Bunlardan birinde, oyun kısaca bir rüya ve kabus gezintisiydi. İki kukla, kumdan bir kukla sahnesi, kumda belirip kaybolan, sürekli biçim değiştiren orman ve şehir, görünüp giden, durmadan yer değiştiren ağaçlar, hayvanlar ve binalar, aralarında gezinirken birbirlerini kaybedip kaybedip yeniden bulan bir adam ve kadın. Bir de, o esnada kendine ait başka bir alanda çalışan beatboxçı. Tüm atmosfer seslerini de bu adam yapıyordu. Oyun belirgin bir hikaye akışı yerine, doğrudan duyulara,  hissedişe ve bilinç akışına hitap ediyordu.  

Bir başka oyunda, sahne üzerinde video-yansıtma-görsel efekt teknikleri bir arada kullanılarak, yaşlı bir kadının hikaye boyunca girip çıktığı tüm mekanlar ve atmosfer neredeyse sinema gerçekliğinde oluşturuluyordu.

Platonun mağarası isimli bir başka oyun ise, televizyon kültürünün insanı tecrit edişine dair bir eleştiri içeriyordu. Kendini kutu gibi bir alana –farkında olmadan- hapsetmiş ekran bağımlısı iki kadının hikayesiydi. Yaşadıkları kutunun içinde sürekli bir ekrana bakan ve o ekrandan kendilerine ne direktif geliyorsa onları yapan, kutucuğun dışında ne olduğunu hiç bilmeyen bu iki kadın, bir vesile dışarı çıktıklarında her şeyin kurgulandığı video ve reji sahasını keşfediyordu. Bizler de seyirci olarak onlarla beraber fark ediyorduk ki, yaşadıkları kutu bir greenbox stüdyosu ve her şey stüdyonun dışındaki alanda kurulan teknolojiyle belirleniyor! Ve bir tür dış sahne olan bu sahada kamera ve ışık sistemiyle birlikte sahiden greenbox teknolojisi kurulmuştu.

Oyunların, sadece teknoloji sistemini kullanışına bakarak şahane olduklarını filan söyleyemeyiz elbette. Ancak teknoloji, sahiden anlatım dili olarak çalışıyorsa, tiyatroyla ne kadar estetik ve etkileyici bir buluşma yaşıyormuş, kendi adıma bunu deneyimlemiş ve yargılarımı değiştirmiş oldum.

PRODÜKSİYON;

Teknolojinin zengin dilinden bu kadar bahsedince değinmeden geçmek lazım. Tabi, bu tür bir kullanımın bir de pahası var ve belli ki Danimarka’da, prodüksiyon için bütçe bulmak- yaratmak pek zor değil. Bütçe kaynakları her topluluk için aynı ulaşılabilirlikte mi bilemiyorum. Muhtemelen o kadar da rüyalar ülkesi değildir. Oldukça küçük prodüksiyonlu oyunlar da izledik. Ancak şunu söylemeli ki, olanağı az veya çok, hemen her topluluğun (dans ya da fiziksel tiyatro örnekleri hariç) ortalama ve üzeri bütçe gerektiren, temiz, estetik ve yaratıcı işçiliği olan sahne tasarımları vardı. Sanatsal niteliği sahne tasarımından ölçüyor değilim fakat sanatçıların, hayal gücünde beliren imajları prodüksiyon imkansızlığı nedeniyle evriltiyor ya da eksiltiyor olmadığı izlenimine kapıldım.

Maddi imkan bulabilmek bir yana, düşlenen imajlar için zevkle harcanmış emek-sabır ve işgücü de görülüyordu.

Mesela bir yönetmen kendini esnaf sanatçı (sanırım böyle bir şey demek istedi) olarak tanımlıyordu. “Esnaf olmak hiç kötü bir şey değil. Evet bu işin adı sanat ama tiyatrom da benim dükkanım. Ben sanatımı satıyorum. Karnımı sanatımla doyuruyorum. Sanatımı iyi ve temiz yapmalıyım”

GENÇLİK TİYATROSU,

Festival süresince hemen her oyunu hitap ettiği yaş grubundan seyirciyle beraber izledik. Çocuk tiyatrosu için de aynı şeyi gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ama özellikle gençlik tiyatrosu örnekleri, seçtiği yaş aralığına hitap etmede müthiş başarılıydı. Gençlik tiyatrosuna vurgu yapmamın iki nedeni var. Bunlardan ilki kişisel.  Benim için gençlik tiyatrosu hala bazı belirsizliklerin alanı. Keskin ayrımların olmadığını biliyorum. Yetişkin tiyatrosu ve gençlik tiyatrosu arasında bir çizgi varsa, orası flu, iki rengin birbirine karıştığı bir çizgi, biliyorum. Ancak o çizginin belli belirsiz sınırını gençlik tiyatrosu adına neler belirler, ne tür bir yaklaşım bir oyunu “yetişkinlerin de rahatlıkla izleyebileceği bir gençlik oyunu” yapar? Bu sorular aklımda hiçbir zaman dingin olmadı. İkincisi, Danimarka’da izlediğimiz örneklerde sıklıkla rastladığımız dans ve fiziksel performans.

Bir biçimde Danimarka’da gençlik tiyatrosunun, konu ve içerik açısından arayışını tamamlamış, her meseleyi ve duyguyu önüne serebilecek özgürlüğü bulmuş ve artık ele aldığı meseleyi nasıl ifade edeceğine yoğunlaşmış, biçimsel arayışlara girmiş olduğu gibi bir izlenime kapıldım.

Örneğin festivalde izlediğim en gereksiz, bende hiçbir his uyandırmayan işlerden biri “Starring Girl” adlı gösteriydi. Bana göre, tartışmasız olarak ortada teatral hiçbir şey yoktu. Bir müzik grubu çalıyor, genç bir kadın şarkı söylüyor ve başrolünü çocukların oynadığı pek de bir hikayesi olmayan videolar sahnede onlara eşlik ediyordu. Daha çok, şarkıcının arada bazı hikayeler anlattığı bir konser gibiydi. Elimizde broşürleri günlerce “tiyatro oyunu” olarak dolaşan bu temsili izledikten sonra, kandırılmış gibi hissettik. Ne tiyatrosu? Fakat festival yönetiminden biriyle konuştuğumuzda bize şunu söyledi “ Onlar yaptıklarının tiyatro olduğunu söylüyorlar. Biz de festivale kabul ettik çünkü bunun tartışılmasını istedik” 

İlginç bir durum.

Bende hemen şu soruyu uyardı “ Sanatsal bir iş, kendisine tiyatro dediği an artık onun tiyatro olup olmadığını sorgulayabilir miyiz?”

Ve sonra içimdeki cevap ayağa kalktı. “Pusula çok net, tek bir kelime : “dramatik”. Bir temsilin, dramatik özelliği olup olmadığına göre tiyatro olup olmadığını da belirlemek mümkün.”

Fakat bu soru ve cevaplar iç içe bir sarmal olarak devam eder. Çünkü öyle bir çağda yaşıyoruz ki, postdramatik diye bir kavram üzerine basıyoruz ve dramatik kelimesinin geleneksel anlamı orada biraz biçim değiştiriyor. Performansı, çoğu zaman tiyatronun içine ya da hiç olmazsa dizinin dibine koyuyoruz ama performansın uçsuz bucaksız bir hareket –ya da hareketsizlik- alanı var.

 

Fazla uzatmayacağım ama bu zevksiz oyun vesile olup bende serbest bir tartışma başlattı gerçekten. Üstüne bir de gençlik tiyatrosu başlığını takarak hem de. Çünkü festival, aynı zamanda şöyle bir yaklaşım ortaya koyuyordu. “Gençlik tiyatrosunu gençler adına ya da onları dışarıda tutarak tartışamayız. Gençlik Tiyatrosu yapanların büyük bir kısmı, hitap ettikleri yaş grubundan azıcık daha büyük olan gençler. Ve belki de onlar bize yeni bir önermeyle geliyor”

Bu mesele, yani gençlik tiyatrosunu aynı zamanda onu yapan gençler üzerinden tartışmak, konunun paylaşmaya değer gördüğüm bir tarafı.

Bir başka tarafı, oyunların bir hayli derine seslenişi.

Yukarıda söz ettiğim gibi, gençlik oyunlarının hatırı sayılır bir kısmı ya dans tiyatrosu, ya fiziksel tiyatro ya da içinde bu iki türün malzemesini bolca kullanan örneklerdi.

Gençlik kategorisinde izlediğimiz metinli veya metinsiz, diyebilirim ki tüm oyunlarda şu üç halden biri mutlaka karşımıza çıkıyordu :

-Yalnızca bedenin ifade gücünü kullanmak

- bedeni sözden daha baskın olarak konumlamak

- ya da söz ve bedenin ifade gücünün neredeyse eşit ağırlıkta olması

Yani fiziksel performans bir şekilde devredeydi. Konular mutlaka aşkı ve belli başlı coşkun duyguları içeriyordu. Enstrümanla çalınsın ya da insan sesiyle söylensin, müzikler doğrudan ruhun içkin yerlerine, çoğu zaman adını hemen koyamayacağın duygulara çarpıyordu.  

Dolayısıyla, gençlik tiyatrosu, uyandırmak istediği hisler, seyircinin zihninde dürtmek istediği düşünceler için aradığı olanağı fiziksel performansta bulmuş diyebilirim. Belli ki, sözün krallığı bitmek üzere…

Dans ve hareket tiyatrosu örneklerinden, en etkileyicisi Hehand Shep isimli bir oyundu. Bir erkek ve bir kadın dansçı, doğrudan insanın ilkel hayvani davranışlarına, güdülerine, duyu ve duygularına dönük çok neşeli bir performans gerçekleştirdi. Farkındalık denen şey (vücut, cinsiyet, aşk, koklama, ısırma, öpme, devinme, dans etme, ses çıkarma, sevme, kızma gibi her konuda farkındalık)  henüz bilinç düzeyinde değilse ama güçlü bir biçimde bedende ve ruhta taşınıyorsa neler olur? Böyle bir durumda ‘farkındalık’ ne kadar zehirsiz ve ne kadar güçlüdür!

 

İnsanın o tatlı ilkelliğini, hele günümüzde, artık çok çok erken kaybettiğini düşünürsek, bilinçten azade olanın mutluluğunu hatırlamak, onu bir anlığına bedende ve duyguda geri çağırmak, özellikle çocuk ve genç seyirci için müthiş bir haz olmalı.

OYUNLAR,

Son olarak; ülkemizdeki festivallere davet edilebileceğini düşündüğüm, özellikle Bursa Festivali için Assitej’e önermek isteyeceğim bazı oyunlardan kısaca söz edeceğim.

1-     SKAB – Create ( Hvid Stoj Scene)    2-6 Yaş

Bu yaş grubu içinde izlediğim en iyi oyunlardan biriydi. Canı kurabiye çeken birinin, kendisine kurabiye pişirme macerası diyebilirim. Bir kadın oyuncu, Danca oynuyor ancak çok kısa ve z konuşuyor, basit cümleler kullanıyor. Zaten sürekli tarif kitabında yazan kurabiye tarifinin malzemelerini tekrarlıyor. (yumurta, un vs..) Yemek yapmak, kirlenmek, hamurla ve mutfak malzemeleriyle oyun kurmak üzerine müthiş naif ve yaratıcı bir oyun.

2-     The Shocking Puppet Show ( Paolo Nani Teater) Gençlik

Bir tren garında tanışan evsiz bir müzisyen ve çantasını kaybeden zengin kızın aşk hikayesi.  Bence metni anlamaya hiç lüzum yok. Daha doğrusu her şey çok kolay anlaşılıyor. Aynı zamanda içine girip kukla oynattıkları insan boyundan biraz uzun bir oyun kutuları var fakat söylediklerine göre kolay taşınan modifiye bir şeymiş.

3-     Romeo Juliet (Asterions Hus) Gençlik

Daha önce Bursa Festivali’nde  “İlyada”yı oynayan topluluk. İki el arabası  ve içindeki malzemeler dışında bir dekorları yok. Romeo ve Juliet’ten yola çıkarak yeni bir hikaye oluşturmuşlar. Sürekli Romeo’nun ya da Juliet’in öldüğü ve her dirilişte yeni biçimde başka bir ilişkinin uyandığı, fiziksel performans açısından da görülmeye değer, çok zevkli bir iş. Mutlaka gerekli denemez ama belki üst yazı olsa hoş olur.

4-     THE HOUSE – Gençlik

Hem neşeli hem de gerilimli, çok iyi kukla oynatımının olduğu bir oyun. Biraz büyük bir mekanizmaları var. Ama çok küçük parçalara ayrılabiliyor gibi gözüküyor. Bir kadın ve bir adam iki kuklacı var. Saçmasapan ve çok komik bir miras hikayesini oynuyorlar. Daha doğrusu kuklalar oynuyor.  Üst yazı hoş olur. Kısaltılmış bir üst yazı bile olur… Dikkatli izleyen birinin hikayeyi anlamaması mümkün değil bence ki atmosfer ve kuklalar çok dikkatle izletiyor…

5-     Hehand Shep

Yukarıda bahsettiğim dans ve hareket tiyatrosu. Bursa Festivali’nde müstehcen mi bulunur diye düşünmeden edemiyorum (sahnede şort- atlet kalıyorlar) ama yine de önermek sterim.

6-     BOXY GEORGE (Teatret Reflektion) Yaş grubundan emin değilim ama okul öncesinden başlıyor diye hatırlıyorum.

Bu oyunu festivalde izlemedik. Aynı topluluğun bir başka oyununu izlemiştik ancak müzik direktörü bize 14 dakikalık bir videosunu izletti. İnternetten izlenebilir. Sözsüz bir kukla oyunu. Estetik olarak da içerik olarak da beni çok etkiledi, fakat hikayesini anlatmak zor. Bir adamın etrafında birden bire beliren onlarca kutuyla macerası diyeyim… Teknik donanımı bilmiyorum ama eğer taşınabilir bir dekoru varsa, ki sanırım öyle, Bursa Festivali için çok uygun.

7-     TAGE TYKNAKKE (Teatre 2 Tusind) 7-12 Yaş

Küçük bir pano ve sandalye dışında dekor yok. Peter Seligmann isimli 50-60 yaş arası bir aktör, Michael Ende’nin bir hikayesini tek başına canlandırıyor. Sayısından emin değilim ama belki 10-12 tane hayvan karakteri oynuyor. Hikayenin baş kahramanı ise bir orangutan. Çok etkileyici bir oyuncu. Bedeni, sesi, duygusu, gözündeki enerji..Çok güçlü. Oyunculuğunun yanı sıra, çocuklara tavrındaki yakınlığı, çok sevdim. Bende, bu yaş grubunu iyi tanıdığı, sevdiği ve güçlü bir şekilde anladığı hissi uyandırdı. 

Ancak, sanırım üst yazı, ya da bütün metin olmasa bile ara ara ardıl çeviri şart.

8-     RAİN ( Teatre Blik) 0-4 yaş

Bebek tiyatrosu. Suyun hissini anlatıyor. Yağmur öncesi, yağmurun başlangıcı, çiselemesi, hızlanması, gökgürültüsü, şimşek, rüzgar ve yavaş yavaş yağmurun dinmesi, yağmur sonrası serinlik ve sakinlik… Kovalar, balonlar, naylonlar, şemsiye ve tenekelerle hem atmosfer seslerini yaratıyor hem de 4 farklı alana kurulmuş küçük su havuzları etrafında gezinerek, zaman zaman seyirciyi damla damla ıslatarak sahiden yağmurun tüm aşamalarının hissini veriyorlar. Az seyirciye oynanıyor olması bilmem Bursa Festivali için sorun olur mu ama diyebilirim ki, 30 çocuk izleyecekse, onlar için gelmelerine değer…

 Firuze ENGİN, Tiyatro BeReZe


30.04.2014