Çağman Pala-Bursa Festivali Raporu



 20. ULUSLARARASI BURSA ÇOCUK VE GEÇLİK TİYATROLARI FESTİVALİ

Bu sene 19-24 Ekim 2015 tarihleri arasında yirmincisi düzenlenen Uluslararası Bursa Çocuk ve Geçlik Tiyatroları Festivali’ne gözlemci olarak katılma fırsatı buldum. Öncelikle beni festivale davet eden üyesi olduğum Assitej Türkiye Merkezi’ne, Başkanımız Sayın Prof.Dr.Tülin Sağlam’a, Bursa Kültür Sanat ve Turizm Vakfı’na ve Bursa Büyükşehir Belediye’sine teşekkür etmek isterim.

Çocuk tiyatrosunun hak ettiği değeri bulamadığı ülkemizde, böyle bir festivalin yirmi senedir yapılıyor olması, çok kıymetli. Ne yazık ki çocuk tiyatrosu, ülkemiz tiyatrocuları arasında pek de fazla kabul görmeyen, ötekileştirilen bir alan. Asıl üzücü olan ise, çocuk tiyatrosu alanının (özellikle ödenekli tiyatrolarda) çoğunlukla yönetmenlik adına deneme-geçiş alanı olarak kullanılması ve bu alanda çalışan oyuncuların başarılarının kabul görmemesi. Tüm bunların sonucu olarak, biz çocuk tiyatrosu heveslileri, takipçileri ve izleyicileri ülkemiz ve diğer ülkelerin çocuk tiyatroları arasında derin bir uçurum olduğunu gözlemliyoruz. Tabi burada bize düşen, yine de inançla çocuk tiyatrosunun gelişimi için çaba sarf etmek. Tüm bu düşüncelerle katıldığım bu festival, çocuk tiyatrosu adına inancımı tazeledi diyebilirim.  Çünkü ülkemizde sanat alanında yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen, Assitej Türkiye Merkezi, Bursa Kültür Sanat ve Turizm Vakfı ile birlikte ve Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin desteğiyle yirmi senedir çok kaliteli bir festivali sürdürmeyi başarıyor. Devlet Tiyatroları’nın Ankara’da düzenlediği Küçük Hanımlar Küçük Beyler Çocuk Tiyatrosu Festivali ile yine TOBAV’ın geçtiğimiz yıllarda Ordu’da ve Alaçatı’da düzenlemiş oluğu festivallerin de bu geleneğin devamı olarak çok önemli olduğunu düşünmekteyim.

Uluslararası Bursa Çocuk ve Geçlik Tiyatroları Festivali’nin, benim katıldığım diğer festivallerden farklı bir yapıda olduğunun altını çizmeliyim. Organizasyon, nerdeyse tüm ekiplerin festivale baştan sona katıldığı, aynı otelde konakladığı ve tüm oyunları birlikte izlendiği bir anlayış çerçevesinde yapılıyor. Bu haliyle, sadece oyunlar ve otel arası transferler arasında bile, tüm tiyatrocuların sosyalleştiği bir ortam sağlanmış oluyor ve bu tanışıklık durumu, her an tiyatro sohbetleri ve oyun eleştirileri ile devam ediyor. Bunun hem fikir alışverişi hem de ileriye dönük çalışmaların gerçekleşmesi adına çok yararlı olduğu düşüncesindeyim. Ayrıca, festivalin her gününde yapılan akşam toplantılarının da hem katılımcılara hem de gözlemcilere çok katkı sağladığı kanısındayım. Yapılan bu toplantılarda, o gün izlenilen oyunun ekibi kendini tanıtmakta ve seyircilerden gelen soruları yanıtlamakta. Tabi, bu noktada katılımcı ekiplerin eleştiriye açık olması gerçekten önemli bir ön koşul; bu toplantıların bir panel niteliğinde ve ders öğreticiliğinde geçtiğini görüp, kendi adıma bu süreçten çok yararlandığımı eklemeliyim.  

Festival sırasında yaşanan en üzücü olay ise tiyatro dünyasının çok değerli hocası Nurhan Karadağ’ın kaybı oldu. Tüm tiyatro camiasına ve ailesine taziyelerimi sunuyorum.

Festivalde emeği geçen herkese teşekkür ediyorum. Ülkemizde sanat adına yapılan böyle kaliteli organizasyonlarda buluşmak üzere…

19. Ekim. 2015

Festivalin ilk oyunu olan Antalya Büyükşehir Belediye Tiyatrosu’nun, Soren Ovensen tarafından sahnelenen “Sır (Kapadokya)” oyununu izleyemedim. Festivale ancak, açılış töreni ile katılabildim. Bu sene on yedi ilçeye yayılan festivalin açılış programı Ördekli Hamamı Kültür Merkezi’nde gerçekleşti. Açılış, programda yer alan Bulgaristan Kukla Tiyatrosu’nun gelişlerini iptal etmeleriyle beklenenden sönük geçse de çocuklar izledikleri kukla gösterisinden memnun görünüyorlardı.

Açılış gününün bir sonraki oyunu Bursa’dan Mavi Balon Çocuk Tiyatrosu’nun “Ezop Masalları” idi. Necati Arpacı tarafından uyarlanan ve oynanan oyun, öykü anlatımı ile drama tekniklerini birleştirerek çocukları yaratıcı bir anlayış içinde oyun sürecine katmayı hedeflemişti.  Ayrıca, çocukların çok sevdiği bir malzeme olan oyun hamuru ile anında yapılan çeşitli heykeller de oyun içinde kullanılmaktaydı. Çocukları içine alan bir oturma düzeni içerisinde oynanan oyun, anlatım tekniklerine çocukların verdiği cevaplar şeklinde ilerliyordu. Çocuklar için hayli heyecanlı olabilecek bu süreç, şartlar doğru sağlanamadığı takdirde oyuncu açısında çeşitli riskler taşımaktaydı. Oyun, bir ilköğretim okulunun  çok amaçlı salonunda sahnelenmekteydi; ancak salona girişlerin kontrolsüz yapılışı, mekânın özensiz olarak düzenlenmesi ve yetersiz ışık kullanımı nedeniyle çocukların konsantrasyonu uzun soluklu olamadı. Ayrıca biz yetişkinlerin de oyun izleyen çocukları gözlemlemesi her iki tarafın da ilgisinin oyundan uzaklaşmasına neden oldu. Tüm bunlar birleşince, oyuncu, çocukları ulaştırmak istediği finale götüremeden oyunu bitirmek zorunda kaldı. Kanımca, çocuklarla interaktif seyirci ilişkisine girilen tüm oyunlar gibi bu oyun da, seyir alanının çok daha kontrollü ve özenli bir şekilde düzenlenmesini gerektirmekteydi.

Günün son oyunu olan Sırbistan’dan Tiyatro Hleb’in “Ekmek ve Kanın Öyküsü” adlı oyunu, çizgisel olmayan bir anlatım biçimine sahipti. Anlatıcı karakter olan Sanja Krsmanovic Tasic, tarafından yazılan ve yönetilen oyunda, yazarın ailesine ait çeşitli dönemlerde savaşta geçen karakter ve öyküler birleştirilmişti. Oyunda farklı hikâyeler, farklı gösterim biçimleri kullanılarak anlatılmış ve bu şekilde “savaş karşıtlığı” teması didaktik bir anlatım olmadan gayet başarılı bir biçimde verilmişti.  Oyun, ayrıca, çeşitli gösterim araçlarını kullanma adına da oldukça başarılıydı; video, dans, müzik ve hikâye anlatıcılığı, dramatik aksiyon içinde birleştirilmişti. Ayrıca kullanılan sinevizyon görüntülerinin bağımsız bir şekilde bile anlatım olarak çok başarılı olduğunun altını çizmek isterim. Oyun, bu haliyle türlerin ortak kullanımına pek de aşina olmayan genç kuşak için anlamakta zorlanacakları bir gösterim olmuş olabilir. Ancak, genç izleyicinin teatral anlamda farklı bir biçimi deneyimlemeleri adına çok doğru bir seçim olduğunu düşünmekteyim. Oyunun içeriği ile ilgili tek çekincem, yazarın kendi ülkesinden bir siyasetçi olan Tito’yu oyunda kullanmış olmasıydı; farklı ülkelerden dönemin siyasetine uzak gençlerin bu figürü oyunun dünyasına yerleştirmekte zorlanabileceklerini düşünmekteyim. Yönetmen, ayrıca alışık olmadığımız bir şekilde oyun ortasında verdiği arayı, seyircilere meyve suyu ikram edip savaş hakkında konuşarak değerlendiriyordu. Bize çok yabancı gelen bu süreç -ekibin daha sonra söylediğine göre kendi coğrafyalarında oldukça verimli bir şekilde ilerliyormuş- belki de çoğunluğun erişkin seyirciler tarafından oluşması nedeniyle, bizde karşılığını bulamadı. Aynı durum, oyunun sonundaki konuşma ve tiyatro adına bilgilendirme kısmı için de geçerliydi. Oyunla ilgili olarak ayrıca, finalde yer alan ekmek yapan kadının savaşta kaybettiklerine ağıt yakmak için başından aşağıya un döktüğü sahneyi çok başarılı bir metaforik anlatım olarak değerlendiğimi de eklemek isterim.

20. Ekim. 2015

Festivalin ikinci gününde sabah ekip olarak hep birlikte festival organizasyonunca düzenlenen Cumalıkızık gezisine katıldık.

Öğleden sonra programında ise  İstanbul’dan Tiyatro Tem’in “Dünyanın Yemeği” oyunu yer almaktaydı ve bizler yine sımsıcak bir Tiyatro Tem oyunu ile karşı karşıyaydık.  Ayşe Selen ve Şehsuvar Aktaş, her izlediğimde sade ve içten anlatıcılıklarıyla beni çok etkileyen, tiyatro ve oyunculuk algımı sorgulatan ve içimi tiyatro yapma coşkusuyla dolduran oyunculardır ve yine böyle oldu. Yemek yemeyi çok seven bir Kral ve ona yemek pişirmek için türlü zorluklara göğüs geren aşçısının hikâyesinde, aşçımız, Kralı mutlu etmek uğraşır, çırpınır ama bir türlü kendi yaptığı yemekten yiyemez…  Çok temel bir konu olan kapitalizm, emek ve ezilenler ilişkisinin  çocuklara bu kadar  sade bir içerikle anlatılması son derece heyecan verici idi. Tiyatro Tem’in hikâye anlatıcılığı ile birleştirdiği gölge oyunu, karakterlerin perdede zaman zaman hızlı hareket ettiği, perdede büyüyüp küçüldüğü biçimlerle zenginleşmişti ve adeta bir çizgi film tadındaydı.

21.Ekim. 2015

Festivalin üçüncü gününde setrettiğimiz ilk oyun, İspanya’dan Çantalı Bayan Tiyatrosu’ndan “Çantalı Bayan” oyunu idi. Malgosia Szkandera tarafından yazılan ve oynanan oyunu, Jean Louis Danvoye sahneye koymuş. Yalnız bir kadının anlatıldığı oyunda, oyuncu, çevresindeki malzemelerle çeşitli karakterler yaratmaktadır. Plastik poşetlerden yapılan bu başarılı kuklalar, özellikle çocuklara malzemenin farklı kullanımlarını gösterme adına çok yaratıcıydı. Ancak oyunda, genel olarak dramatik kurgu eksikliği vardı. Belirli bir tema ve ana fikir olmaması görsel olarak çok keyifli olan, sözsüz anlatımı ile bizi etkileyebilen oyunun çok temel bir eksiği olarak dikkatleri çekiyordu.

Çarşamba gününün ikinci oyunu, Ankara Tiyatro Tempo’dan “Bir Büyükanne Aranıyor” idi. Anja Tuckermann tarafından yazılan, Haluk Yüce tarafından sahnelenen oyun, kentli ebeveynlerin çok çalışılan dünyasında, çocuğun yalnızlığını anlatmaktaydı. Yalnız çocuk, onunla devamlı birlikte olabilecek aileden birine ihtiyaç duyar ve bir büyükanne arayışına girer. Çocukların özellikle ilkokul yaşlarında kendileriyle özdeşleşen sırt çantaları ile yapılan kuklalar son derece yaratıcı idi; buna pazar çantaları ile yapılan büyükanne kuklaları da eklendi.  Ancak oyunun tüm karakterlerinin iki oyuncu tarafından oynatılmış olması, zorlu bir süreç yaratmıştı ve kanımca oyun, daha fazla oyuncu ile oynansa çok daha dinamik ve keyifli olurdu. Hedef kitlesi 8-12 yaş arası çocuklar ve onlarla birlikte tiyatro izleyen erişkinler olan oyunun ebeveynlere çok temel bir uyarıda bulunacağı ve bu anlamda önemli bir çalışma olduğunu düşünmekteyim.

Günün son oyunu, Uludağ Üniversitesi, G.S.F. Sahne Sanatları Bölümü’nün sahnelediği “Gözlemeci” oyunu idi. Türk Tiyatrosu dersi çerçevesinde bir sınıf çalışması olarak hazırlanan ve Öğr. Gör. Banu Çakmak tarafından sahnelenen oyun, bir ortaoyunu olmakla birlikte, hayal kırıklığı uğratacak şekilde tür ile ilgili hatalar içermekteydi. Pişekâr ve Kavuklu karakterlerinin temel karşıtlığının ve özelliklerinin ortaya konulamadığı oyun, hicivden çok güldürme odaklı olarak sahnelenmişti. Oyun, seyircinin verdiği tepkilere göre şekillenmiş özelliğiyle, kuramsal zayıflığının yanı sıra oyunculuk açısından da temel yanlışlıklar içeriyordu. Dekor ve kostümün eksikliği, üniversitenin temel gereksinimleri karşılamaktaki yetersizliğinden kaynaklansa da oyunculukların bu kadar özensiz, kişileştirmelerin yetersiz olmasını ve bir ortaoyununun güldürme-ilgi çekme amacıyla popüler kültüre göre şekillendirilmesini son derece üzücü bulduğumu belirtmek isterim.  Ülkemizin en büyük kentlerinden birinde yer olan oyunculuk bölümünün, daha özenli bir oyun çıkarabileceğine ve orada eğitim alan arkadaşlarımızın doğru yönlendirildikleri takdirde, daha iyi işler başarabileceklerine inanmaktayım.

22. Ekim. 2015

Festivalin dördüncü gününe sımsıcak bir oyunla başladık. Danimarkalı Hvid Stoj Sceneproduktion’un “Yaratış” adlı oyunu 2-6 yaş için tasarlanmıştı. Oyun, temel olarak bir mutfakta bir kadın oyuncunun kurabiye pişirmesi üzerine kuruluydu. Aslında daha sonra grubun anlattığı üzere, bu kurabiye pişirme süreci Tanrı’nın insanı yedi günde yaratması üzerinedir. (Oyun ekibi, temel hedeflerinin bu hikâyeyi geçirmek olmadığını, Hıristiyan toplumda bile zaten zaman zaman bu hikâyenin tam olarak anlaşılmadığını ifade etmektedirler.)  Charlotte Lagefoged tarafından yazılan ve yönetilen oyun, Stine Quistgaard Pagh tarafından oynanmaktadır. Sahnede bir mutfak vardır ve anlatıcı oyuncu, un, su, yumurta gibi malzemelerle tam da çocukların seveceği biçimde ortalığa döküp saçarak, unları havalandırarak kurabiye yapmaktadır. Burada kullanılan malzemeye verilen şekillerle, yeryüzü gökyüzü, güneş gibi ögelere gönderme yapılmakta, kurabiyeye verilen insan formu da kukla /oyuncak gibi kullanılmaktadır. Oyun ve oyuncu, yaşanılan dil problemine, çevirinin enerjisizliğine rağmen çok küçük yaş grubundaki çocukları tamamen içine alabilen bir performans sergiledi. Oyun tüm bunların dışında çocukların beş duyusuna da hitap etmekte ve bu duyuları onları tamamlayacak ögeler içermekteydi. Hatta, oyun sırasında (veya öncesinde) pişirilen kurabiyenin kokusu da buna dâhildi. Oyun, oyuncunun seyirciye kapıda teker teker veda etmesi ve insan şeklinde kurabiyelerden ikram etmesiyle son buldu. Bu sımsıcak oyun, sadece hedef kitlesi olan 2-6 yaş arasındaki küçük seyircileri değil bizleri de içine aldı. Ayrıca bu kadar basit bir konunun, bu kadar sade bir anlatımla, bu etkinlikte yapılabilmiş olması değerini daha da artırdı diye düşünmekteyim. Oyunun bende uyandırdığı hissiyat, minimalizmin mottosu olan “less is more” “az çoktur” şeklindeydi.

Gün, yine çok iyi bir oyunla devam etti. İstanbul’dan Craft Tiyatro Tom Lycos ve Stefa Nantsou’nun yazıp Tom Lycos’un sahnelediği “Taşlar” adlı oyunu sergiledi. Konusu, 90larda Avusturalya’da yaşanan gerçek bir olaydan alınmış oyun, 13 ve 15 yaşlarındaki iki arkadaşın oyun oynarken yanlışlıkla birinin ölümüne sebep vermeleri üzerinedir. Olaydan sonra hem çocuklar hem toplum hem de davadaki görevliler, suç ve hata kavramları ile adalet duygusunu tartışırlar. Oyun, karakterlerin iç içe girdiği metniyle, yenilikçi reji tarzıyla ve de oyuncuların üstün performansları ile göz doldurdu. İnsanın içine dokunan, kavramlar karşısında kafasını karıştıran çok etkileyici bir metin, çok dinamik bir reji anlayışıyla birleşmişti. Oyuncuların beden diline hâkimiyetleri ve seslerini kullanmadaki yetenekleri oyunu daha da renkli kılmıştı. Konunun ele alınış biçimi ve açtığı tartışma noktası ayrıca kıymetli, gerçek hayatta yaşanmış olması da insanın düşünürken bile daha titiz bir bakış açısı kurgulamasına neden oluyor. Oyuna yapabileceğim tek eleştiri, oyuncuların çocuklar için oyunun başında kullandıkları ses ve konuşma biçiminin 13-15 yaşından daha küçük yaşa ait olması idi.  Bunun da oyuncuların pek çok karakteri anlık değişimlerle canlandırıp bu değişimlerde ses farkından yararlanmalarından kaynaklandığını düşünüyorum. Genç oyuncular Ümit Yaşar Bekar ve Olgu Baran Kubilay’ı, detaylı, özenli çalışmaları ve sahne üzerindeki bir saatlik enerjik yorumları için tebrik ediyor, oyunun ülkemizde pek de yapılmayan gençlik tiyatrosu adına hem öz hem de biçim açısından örnek teşkil etmesini umuyorum.

Günün bir sonraki gösterimi, İstanbul’dan Altıdan Sonra Tiyatro’nun “Dertsiz Oyun”u idi. Yiğit Sertdemir tarafından yazılan ve yönetilen oyun, grotesk bir tasarıma sahip. İlgi çekici reji tasarımı, koreograf İlyas Odman’ın başarılı çalışması ile seyirciye renkli karakterler sunuyor. Her biri birbirinden farklı dış görünüşe ve kişiliğe sahip karakterler, sahneye girer, kendilerini tanıtır ve hep beraber bir oyun izlemeye başlarlar. Oyun, başarılı sahne plastiği ve sözsüz olma özelliği ilk anlarda seyircide merak uyandırıyor ve devamında ne olacak dedirtiyor. Ancak oyunun temelde bir konu-anlam sıkıntısı var; bize söylemek istediği anlaşılmadığı gibi, karakterleri ortak paydada buluşturan bir unsur da yok. Karakterlerin izleyici olma özelliği haliyle bize izlediklerini de merak ettiriyor ama bir noktadan sonra onların kendi seyir alanlarıyla ilişkileri kopunca bizim de ilgimiz dağılıyor ve ne yazık ki oyuncular çok iyi tasarlanmış siyah beyaz figürler olarak kalıyorlar. Bu noktada görsel olarak başarılı bir fikrin keşke daha iyi bir metin-dramatuji yapısı olsaydı diye düşünüyor insan. Bu arada oyunun yaş grubu olarak belirlenen +7 nin yanlış bir tercih olduğunu, içerdiği grotesk figürlerin çocukları korkutacağı ve ancak +11 şeklinde bir gençlik grubu için oynanması gerektiği düşüncesindeyim.

Günün son oyunu, Nilüfer Belediyesi Tiyatro’nun “Burun” adlı oyunu idi. Oyuna geçmeden önce Nilüfer Belediyesi’ni sanata verdikleri destek ve Bursa’ya kazandırdıkları sahne-kültür merkezleri için tebrik etmek istiyorum. Keşke her belediye, yerel yönetimlerin bütçesinde yer alan sanatsal kaynakları, bu kadar verimli ve değerli alanlar için kullansa. Oyun, Gogol’ün aynı adlı öyküsünden Ahmet Önel tarafından, uyarlanmış, Haluk Yüce tarafından sahneye konulmuş. 9-12 yaş aralığındaki seyirci için öngörülen oyun, fuayede çeşitli jonglör hünerleri sergileyen oyuncuların seyirciyi karşılamaları ile başlıyor ve çocukları ilk andan itibaren oyunun içine çekiyor. Oyunun açık biçim anlayışı, dekor kullanımı adına çok başarılı. Sahne içindeki dekor parçalarının oyun içinde çeşitli objelere dönüşümünü görmek çok heyecan verici idi. Özellikle basit parçalardan zekice yaratılan at arabasının görselliği, hepimizi büyüledi ve keşke oyun içinde böyle birkaç özel parça daha olabilseydi diye düşündürdü. Ben kendi adıma maskelerin oyuncuların sesi ile ilgili sorun yarattığını ve revize edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Oyunun dezavantajı ise oyuncuların orkestra kaydı üzerine şarkıları canlı söylemeleri idi. Bu benim çok riskli bulduğum bir yöntem. Seyirci sesi ya da teknik nedenlerle müziği duyamayan oyuncu, bocalayabilmekte ve detonelik ya da ritmsel bozukluk ortaya çıkabilmekte ki oyunda da bazı şarkılarda böyle durumlar yaşandı. Canlı orkestranın kullanılmasının ayrıca maliyet getirdiği ve bunun karşılanamadığı durumlarda, benim tercihim tüm müziklerin sözlü olarak kayıttan verilmesi.  Canlı ve çocukların seveceği bir oyun olan Burun’un bizim izlediğimiz temsille prömiyer yaptığını duyunca şaşırdık, zira karşımızda son derece oturmuş bir oyun ve oyunculuklar vardı.

23. Ekim. 2015                                

            23 Ekim Cuma’nın ilk gösterimi, Danimarka, İsveç, Finlandiya ve Türkiye’den oyuncuların oluşturduğu Mish Mash Uluslararası Tiyatro Kumpanyası’nın oyunu “Romeo ve Juliet” idi. Ekip, klasik metni fiziksel tiyatronun yöntem ve biçimlerini kullanarak 11 yaş üstü gençler için bir kırk dakikalık son derece ilgi çekici bir gösteriye dönüştürmüştü. Normalde İngilizce olarak sahnelenen oyunun Türkiye’deki bu gösterimlerine, Türkçe bölümler de eklenmişti. Ancak yine de Shakespeare bilmeyen ve yaşları itibari ile henüz İngilizce de anlamayan genç seyirciler metni daha iyi anlamak istediler; çünkü oyun ilgilerini çekmişti ve hiçbir detayı kaçırmak istemiyorlardı.  Oyun, sadece genç izleyici grubunu değil bizi de çok etkilemişti. Sahnede çok temel ama Shakespeare dönemine ait detaylar içeren kostümler giymiş dört oyuncu vardı ve oyunun başta beri klasik anlamda bir tiyatro oyununda beklediğimizden farklı olacağı, oyuncuların seyirciyi kapıda karşılamalarından belliydi. Dört oyuncu, bize çok iyi bildiğimiz Shakespeare oyununu bilmediğimiz bir tarzda oynadılar. Dört oyuncunun da bedenlerini kullanış biçimleri, karakterden karaktere geçişleri, ses hâkimiyetleri ve birbirleriyle uyumları anlattıkları hikâye ile çok doğru bir biçimde kaynaştırılmıştı. Ayrıca anlatının içinde kesip oyuncu olarak tartıştıkları açmazlar da bizi oyunun özüne indirdi. Oyun bu nedenle kısaltılmış bir Romeo ve Juliet olarak değil, Romeo ile Juliet’in temel çatışmalarının ve onları ölüme götüren olayların özüydü. Ekibin akşam toplantısında anlattığı anektoddaki gibi -bir gösterimlerinin finalinde seyirciden bir gencin sorduğu “sadece bir kere ölümle sonuçlanmasa bu hikaye”- dedirtecek kadar hikayenin özünü ortaya koyan bir çalışmaydı izlediğimiz. Sahnedeki anlatım tarzı, seyirci olarak kendinizi bir yandan tamamıyla oyunun içinde bulmanıza neden oluyor, ama bir yandan da bir yandan da size yaşananları sorgulatıyor. Oyundan çok keyif aldığımı ve özellikle de gençlik oyunu adına çok başarılı bulduğumu belirtmek isterim.

            Günün ikinci oyunu, İtalya La Baracca’dan “Küçük Fil” idi.2-6 yaş aralığına önerilen oyunun yazar, yönetmen ve oyuncusu Bruno Cappagli, sahneye giriş anından itibaren çocuklarla çok sıcak ilişkiler kuran bir oyuncu. Oyun, ailesindekilerin çoraplarını yıkama görevi verilen Bubu’nun çorapları yıkarken sıkılınca kendine bir hikaye anlatması üzerinedir. Bruno Cappagli, hem bizlere hem de çocuklara, sadece birer çoraptan bir dolu hayvan yaratılabileceğini çok eğlenceli bir biçimde gösterdi. Bruno, ayrıca anlatısını masalımsı bir tarzda yaparak çocukları içine alan bir oyun sundu. Ancak oyunun çok fazla söze dayanması çocukların bir süre sonra oyundan sıkılmasına neden oldu, çünkü Bruno’nun masalımsı anlatım tarzı çocuklara ulaşamadı. Yapılan çeviri çoğu zaman duyulmamakta ve son derece düz ve enerjisiz olması nedeniyle oyunun düşüşüne neden olmaktaydı.

            Cuma gününün son oyunu ise Bursa Büyükşehir Belediye Tiyatrosu’nun oyunu “Maskbet-Cadıların Dilinden Macbeth” idi. Altuğ Görgü tarafından uyarlanan ve sahneye konulan oyun, Macbeth oyununda yaşanılan her şeyin, olup bittikten sonra cadılar tarafından Hekate’ye anlatılmasıdır. Oyun çok başarılı bir reji plastiğine sahip. Tüm hikâye oyunun birbirinden enerjik dört oyuncusu tarafından 50 dakika boyunca maskların arkasından anlatılıyor. Oyuncular bir yandan karakterden karaktere girerken bazen de aynı karakteri birlikte canlandırıyorlar. Tüm bu sürece, rejiye hizmet eden bir ışık tasarımı ve iyi olmakla birlikte fazlasıyla enerjik olan özgün müzik de yardım ediyor. Tüm bunlar göz önüne alındığında oyun başarılı bir reji tasarımı ile başarılı bir oyun olabilecek iken, dramaturjik olarak çok eksik bir metnin, kimi zaman söylenileni bile anlayamadığımız bir hızla aktarıldığı aceleci bir oyun haline dönüşmüş. Uyarlanan metinde Lady Macbeth’in rolünün azımsanmasından, iktidar hırsının kötücüllüğünün ortaya konamamasına kadar pek çok temel eksiği sayabiliriz. Bu anlamda oyunu bilmeyen genç seyircinin, sadece gördüğü görsellikten etkilenip, oyunun özünü algılamayacağı ortada. Halbuki, daha iyi bir dramaturji ile oyun karakterlerinin özellikleri farklılaştırılsa, oyundaki dramatik anların altı doğru bir şekilde çizilse ve gerek olay örgüsü gerekse ana fikir doğru verilse oyun, gençlere Shakespeare’i tanıtıp sevdirecek başarılı bir gençlik oyunu olma fırsatını yakalayabilirdi.

24. Ekim. 2015                                

            Festivalin son günü, belki de festivalin görsel bağlamda en iyi oyunu olan, Hollanda’dan De Stilte grubunun “Uçak İnek” oyunu ile başladı. De Stilte oyunun ilk anından itibaren yarattığı atmosfer ile bizleri büyüledi. Dansçıların kusursuzluğuna, sözsüz oyunu bu kadar fotografik bir anlatımla sahneye koyan reji de eklenmiş. Malzemelerin farklı farklı şekillerde ve kimi zaman da parçalanarak kullanımı ve çeşitli reji buluşları çok titiz bir çalışmanın ürünü. Oyuna adını veren ineğin yaradılışı bile son derece basit bir fikrin zekice yorumlanışı. Oyunda iki kız, bir erkeğin oyun oynama serüvenlerini görüyoruz. Yuvarlanan yumurtalar, oyun için kullandıkları malzemeler, çiftlik hayvanları ve inek onlara eşlik ederken onlar da dostluk, çatışma ve dayanışma ilişkileri çevresinde oyun serüvenlerine devam ediyorlar. Tam bir görsel şölen olan oyunu, keşke çok daha kalabalık bir çocuk grubu ile izleyip onların da tepkilerini gözlemleyebilmiş olsaydık…

            Festivalin son oyunu Meksika’dan Tiyatro Al Vacio’dan “Oyun” idi. işlediği konu adına başarılı olan oyun, ötekileştirme ve arkadaşlık kavramlarını birlikte kullanmış ve bunu oyun kavramı çerçevesinde yapmış. Bu anlamda çocuk tiyatrosunun hedeflerinden biri olan hayal gücünü geliştirmeyi başaran bir yapım özelliğinde. Malzemenin çoklu kullanımı sayesinde sadece kasalarla pek çok yaratıcı mekân, oyun ve oyuncak oluşturmayı başarıyorlar. Bunu yaparken de öz adına arkadaşlık çerçevesinde ötekileştirmeyi değerlendiriyorlar. Ayrıca oyunun, tasarımına uygun anlamda kullanılan ışık tasarımı da günümüz çocuklarının yaşadığı soğuk yalnızlığın bize geçmesini destekliyor. Ancak tüm bu çerçevede atlanan bir nokta var: o da tüm kurgunun cinsiyet dengesi kurulmadan sadece erkek çocuklar için yapılmış olması. Sadece oyuncuların erkek olması değil, oyun yerlerinden oyunlara kadar her şeyin erkek çocukları için kurgulanmış olması, oyunun dezavantajı olarak yer alıyor.

Oyunlardan sonra festival süreci ile ilgili bir iki noktaya değinmek istiyorum. Bunlardan biri, çeviriye dair. Simültane çeviri, çevirmenin, çalışacağı konunun terimlerine hâkim olmasını gerektiren bir yapı. Belki de bu anlamda festival toplantılarında profesyonel çevirmenlerden yararlanılabilir ya da en azından çeviri yapacak kişilerin oyunları ekiplerle birlikte seyretmesi sağlanabilirdi diye düşünmekteyim. Çeviri konusunda yaşanan temel problem ise oyunlarda yapılan çevirilerden kaynaklandı. Oyunlarda yapılan çevirilerin çok daha aktif, enerji dolu bir üslupla olması gerektiğini düşünüyorum. Zira kimi oyunlarda çocukların konsantrasyonu çevirmenin sesini duyamamaları ya da yapılan çevirinin tekdüze ve enerjisiz olması nedeniyle dağıldı ve bu da oyundan istenilen verimin alınamamasına neden oldu.

Festivalle ilgili bu sene yaşanan bir diğer sıkıntı ise, oyunların çok fazla çocuğa ulaşamamış olması idi. Ancak bize, bu durumun geçmiş festivallerde hiç de böyle olmadığı, son derece kalabalık gösterimler yapıldığı söylendi. Ülkemizde Ekim başında yaşanan üzücü bombalama olaylarının velileri çocuklarını kalabalık yerlere gönderme konusunda düşündürdüğünü ve pek çok biletin iptal edildiğini duyunca üzüldüm. Çünkü çocukların çok keyifle izleyeceği pek çok yapım, sadece biz büyüklere oynandı.

Tekrar emeği geçen herkesi kutluyor, Assitej Türkiye Merkezi’ne, Bursa Kültür Sanat ve Turizm Vakfı’na ve Bursa Büyükşehir Belediye’sine teşekkürlerimi sunuyorum…

Çağman Pala 

 

 

                                                        

 


19.11.2015