Uluslararası Yönetmenler Semineri Raporu-Uluç Esen



 Assitej Uluslararası Yönetmenler Seminerinin Ardından/ Uluç Esen (Tiyatro Boğaziçi Üyesi)

Assitej, Uluslararası Yönetmenler Semineri (International Directors Seminar) adı altında 6 - 11 Temmuz 2015 tarihlerinde Almanya’nın Mannheim kentinde bir buluşma gerçekleştirdi. Almanya’daki bu seminer buluşmalarının geçmişi duvarların yıkılması ve iki Almanya’nın birleşmesinden önceki bir tarih olan 1976 yılına kadar uzanıyor. Bu ilk buluşmalar o zamanın Doğu Almanya’sında başlamış ve değişik konu ve tartışma başlıklarıyla, tartışmaların merkezine çocuk ve gençlik tiyatrosunu alarak günümüze kadar yürütülmüş ve yürütülmeye devam etmekte. Bu seneki buluşmanın başlığı ise “Progress” (gelişme, ilerleme) olarak belirlenmişti. Ben de bu yılki buluşmaya Türkiye Assitej’inin desteğiyle temsilci olarak katılma şansını buldum.

Bu yılki buluşma dünyanın pek çok farklı köşesinden, tam 21 ülkeden çocuk ve gençlik tiyatrosu alanında çalışmalar yapmakta olan tiyatrocuları bir araya getirdi. İngiltere, Güney Afrika, Avusturalya, Türkiye, İtalya, Meksika, İspanya, Almanya, Sri Lanka, Çin, Brezilya, Zimbabve, Güney Kore, İsviçre, Japonya, İsrail, Bangladeş, ABD, Sırbistan ve Estonya’dan gelen katılımcılar bir haftalık bir çalışma yürüttüler. Her şeyden önce söylemek gerekir ki bu türden bir kültürel çeşitliliği sağlayan bir buluşmada katılımcı olmak başlı başına büyük bir şans ve deneyimdi. Diğer bir şansımız ise bizi büyük bir konukseverlikle ağırlayan Almanya Assitej’inin değerli emekçileri ve aynı duyarlılıkla bize kapılarını açan Mannheim kentindeki National Theatre’ın (Ulusal Tiyatro) bir parçası olarak çocuk ve gençlere yönelik prodüksiyonlar üreten Schnawwl tiyatrosunun çalışanlarıyla bir araya gelmemiz oldu. Böylelikle bir haftalık çalışma periyodu boyunca Schnawwl çatısı altında üretilmiş bazı prodüksiyonları ve yine bu çatı altında yer alan ve çocuklara yönelik çalışmalar yapan Junge Oper (Gençlik Operası)’in çalışmalarını da izleme şansına sahip olduk. Okul öncesi bir çağa yönelik Schreimutter (Anne Çığlığı), ilköğretim çağına yönelik, Leon und Leoni (Leon ve Leoni) ve Rapunzel Geth Los (Rapunzel Başlıyor), adlı oyunları ile Junge Oper’in Invisible Father adlı müzikli gösterisini çocuk seyircilerle birlikte izledik. Bunun yanında, dansa bu yıl başlayan gençlerle yürütülerek kotarılan bir modern dans gösterisini, yine her yaştan seyircinin izleyebildiği Dancing Drum adlı dans müzik performansını ve 15+ yaşa yönelik bir oyun olan Du Hitler’i (Sen Hitler) izleme şansı bulduk. İzlediğimiz bu prodüksiyonlar haklarında bir bilgilendirmeyi fazlasıyla hak ediyorsa da bu yazıda ana temadan sapmayıp progress temasında yapılan çalışmayı aktarmakla yetineceğim.

Katılımcıların ilk bir araya gelişi çok az eksikle 6 Temmuz akşamında gerçekleşti. Ev sahiplerimizin önerisi üzerine yanımızda getirmiş olduğumuz ve “progress” kavramıyla ilişkiler kurduğumuz küçük objeleri tanıtarak hem progress kavramını tartışmaya hem de birbirimizi tanımaya başlamış olduk. Kimi objelerden örnek vermek gerekirse: Assitej Almanya’dan Cathrinn onu ateletten kurtaran bisikletinin zilini, Meksika’dan Clarissa antik bir yörede bulduğu ilk çağlara ait obsidyen bir ok başını, Vietnem’dan Tien bir kuklayı, Avustralya’dan Alex onu cep telefonuna bağımlılıktan kurtaran bir kol saatini tanıtarak progress kelimesiyle bağlar kurdular. Benim objem kendi yapmış olduğum ve 10 Euro’ya mal olmuş basit bir elektronik araçtı. Bu küçük aletin yapımını internetten öğrenmiştim ve bunun sayesinde bilgisayarımdan bir tiyatro salonunun sahne aydınlatma sistemine bağlanabiliyor ve kumanda edebiliyordum. İşimi çok kolaylaştırmasının yanında bu aracı daha çok bilgiyi paylaşmak ve kolay kullanılır kılmakla ilişkilendirerek progress kelimesiyle bağlantı kurmaya çalıştım. Buluşmada ortak iletişim dili olarak İngilizce belirlenmişti. Bu tanışma faslının ardından başlayan çalışmanın izlediği seyri ise seminerden çok bir atölye çalışması olarak adlandırmanın daha uygun olacağı kanısındayım.  Yaklaşık 5 gün süresince yürütülecek çalışma bundan sonra üç gruba ayrılarak devam edecekti. Ana temamız progress kelimesi ve çağrıştırdıklarıydı ama bunun yanında bize bir tartışma ve çalışma platformu oluşturabilecek bir çizgi öykü kitabı sunulmuştu: Auf der Mauer, Auf der Lauer adlı kitap  Oliver Tallec tarafından üretilmişti.

Böylece elde üzerinde tartışılabilecek bir çizgi bir öykü ve ana başlık olarak da progress teması varken beş gün boyunca birlikte çalışma yapacağımız üç gruba ayrıldık. Çalışma sonunda vardığımız sonuçları birbirimizle sahne performansı veya sunum şeklinde paylaşacaktık. Gruplarda yürütücü bulunmayacak ve çalışma grubun yönelimleri doğrultusunda kolektif olarak yürütülecekti. Grupların oluşturulmasında ana dili İngilizce olan katılımcıların her bir grupta bulunmasına dikkat edilmişti ki, bence bu gayet yerinde bir hamle olmuştu. Çalışma süresince en azından kendi adıma bir daha hatırladım ki, yaratıcılık ve imgelemin kullanıldığı, dramatürjinin konuşulduğu sanatsal tartışmalarda ana dilinden farklı bir dilde doğru ifadeleri bulmak zaman zaman kişiyi oldukça zorlayabiliyor. Üstelik kitapta anlatılan öykü de çocuklara yönelik olarak hazırlanmış, savaş temasını tartışmaya açan, turuncu ve mavi renkli üniformalı iki karşıt renkteki askerin duvarların ardından birbirlerini gözetlemeleri ve yaşadıkları gerilimler üzerine kurulu bir öyküydü. Bu türden zorlu temalar hedef kitle çocuklar olduğunda ister istemez bazı olguları ve durumları sembolik ve metaforik tariflerle, konuyu basite indirgeyerek anlatmayı gerekli kılıyor. Bu da dramatürjik berraklık gerektiren ciddi bir uğraş. Batı çocuk ve gençlik tiyatrosunda bu gibi zorlu temalar yer yer sahneye getiriliyor. (Zira hafta boyunca Schnawwl tiyatrosunda da ebeveynlerin boşanması ve annenin yeni erkek arkadaş bulması, toplumsal cinsiyete dair sorunlar, Ergenlerin yaşadığı sorunlar gibi temalarda oyunlar izleyecektik.) Türkiye’de bu konuda daha emekleme evresinde olduğumuzu söylemek sanırım yanlış olmaz. Bu zorlu öykü doğal olarak benim yer aldığım grupta ve sanırım diğer gruplarda da ilk günden tartışılmaya başlandı. Grup olarak bu çizgi öyküyü analiz etmeye çalıştık. Üniforma renklerinin karşıtlığı, iki askerin yalnız olması, duvarların arkasındaki farklılıklar, Bizi birbirimizden ayıran duvarlar gibi temalar benim not alabildiğim temel tartışma noktaları oldu. Öykünün sonunda yerlerinden hareket ettiklerinde iki asker yüz yüze karşılaşıyor ve aslında dairesel bir çemberde aynı tarafta olduklarını fark ediyorlar ve kucaklaşıyorlardı. Bu çember metaforu bizi yaşadığımız dünya imgesi üzerine düşünmeye, tartışmaya ve fikriler üretmeye sevk etti.  

Grubumuz çalışmamızın diğer bölümüne birbirimize kendi deneyimlerimiz, memleketlerimiz ve tiyatroya dair yaşananlar üzerinde hakkında kısa bilgi paylaşımında bulunduğumuz bir tartışmayla başlamayı uygun buldu. Ulusal tiyatrolar, belediye tiyatroları ve bağımsız tiyatrolara dair benzeşen ya da farklılaşan sorunlara sahiptik. Örneğin Vietnam’dan Tien, Miller’ın Bütün Oğullarım ya da Brecht’in Kafkas Tebeşir Dairesi gibi Batılı yapımlarda seyirci bulmakta zorluk çektiklerinden bahsediyordu. Nadeeka ise sanatçılar olarak yaşadıkları sorunlarla ilgili Sri Lanka’da örgütlendiklerinden ve bir bildiri yayınladıklarından, 2015 yılında bazı değişikliklerin olacağından umutlu olduklarını dile getiriyordu. Bu bilgilendirme faslı sonrasında ortaklaşa bir kabulle bir oyun oynadık. Bu bir grup olarak bir doğaçlama öykü geliştirme oyunuydu. Temel aldığımız kitaptaki öyküden hareketle öyküyü sırayla doğaçlama olarak bir öncekinin kaldığı yerden devralarak anlatacaktık. Tek kural öyküyü anlatan kişiden bir önceki kişi isterse öyküye müdahale edebilecekti. Oynadığımız bu oyunun sonunda temel alınan öykü yeni bir hal almış, önceden düşünemeyeceğimiz imgelerle donanmıştı. Sonra bu doğaçlama öyküde açığa çıkan ilginç imgelerle, temel alınan öyküde yer alanlar arasında bağlar kurmaya, üzerinde durulabilecek farkı yönlerini saptamaya çalıştık.

Daha sonra yapacağımız çalışmada izleyeceğimiz yolu bulmaya çalışırken ve bir yandan da progress kavramını tartışırken bazı katılımcıların önerdiği oyun ve egzersizler de yaptık. Ama bence çalışmada kaydedilen ikinci bir aşama yine hep birlikte yaptığımız bir hareket doğaçlaması oldu. Yine doğaçlama olarak yapılan bu sözsüz çalışmada tek kural sınırları aşağı yukarı belli bir alanda dik çizgiler halinde hareket etmekti. Bu çalışma, üzerinde çalıştığımız kitabın temasından soyutlanmıştı. Zamanlama olarak belirlenmiş bir başlangıcı ve sonu yoktu. Katılımcılar buna yine kendileri karar vereceklerdi. Çalışma sona erdiğinde elimizde doğaçlama olarak oluşmuş bazı bireysel hareketler ile gruplarca kurulmuş bazı mizansen ve hareketler mevcuttu. Sonra bu hareket ve mizansen imgelerini ana temaya yeniden dönerek tartıştık. Anlamı soyut kalan hareketlerin mi yoksa benzetmeci (yani bir drumun doğrudan taklit edildiği) hareket ve mizansenlerin mi bize ilginç geldiğini, hangilerini ana öyküdeki temalarla ve daha sonradan tartıştığımız dramatürjik yönelimlerle örtüşebileceğini saptamaya çalıştık.

Çalışmanın gidişatı bana göre daha çok post modern ve el yordamı bir yönelimle ilerliyordu. Kendi adıma bu çalışmanın temaya uygun olarak “ilerlemeci” bir yapıda seyretmesi için bulunan bulgularla bağ kurarak ilerlemesine taraftar oldum. Elimizde bir metin analizi, bir doğaçlama öykü ile geliştirilmiş noktalar ve bir hareket doğaçlaması vardı. Şimdi ise ortaklaşılan dramatürjik noktalar çerçevesinde bunu basit bir sahnelemeye dönüştürmek işi vardı. Askerlerin birer kişi değil de gruplar olması; başlangıçta birbirlerinden ayrılacak bariz farklarının olmaması, onları birbirilerinden ayıran nedenin muğlak olması; zamanla militer bir yöne savrulmaları gibi ortaklaşılan noktalar üzerinden bir hareket-mizansen sahnelemesi yapmaya karar verdik.

Sergilemeden önceki çalışmamızda ise bu hareket sahnelemesi için bazı temel aşamalar tespit ettik. Sahneleme doğaçlama bir yönelimle yapılacak ama grup saptanan bu aşamalara dikkat ederek, bir uyum içinde hareket etmeye çalışacaktı. Son yaptığımız çalışmadaki aksayan yönleri, dramatürjik kaymaları saptayarak diğer gruplarla buluşmaya ve sergilememizi yapmaya gittik.

Böylelikle son çalışma günümüzde gruplar olarak birbirimize çalışmalarımızı sunma imkânı bulduk. Diğer gruplar iki asker arasındaki sözsüz öyküyü sözlü birer sahnelemeye dönüştürmüştü. Bir grup iki asker arasındaki gerilimi merkeze alırken askerlerin iç konuşmasını metinleştirmiş, diğer grup katılımcıların çok dilliliğinden de faydalanarak herkesin kendi dilinde konuştuğu anlar oluşturmaya çalışmıştı. Biz de harekete dayalı performansımızı diğerlerine sergiledik.

Toplu olarak yaptığımız son değerlendirmede ise bazı katılımcılar çalışma çerçevesinin önceden biraz daha belirgin çizilmesinin daha faydalı olacağını, bazıları bu şekildeki bir özgür çalışma imkânının daha uygun olduğunu belittiler. Çalışma sürecinde ortaklaşa kullanılan dil olan İngilizce’ye daha hâkim olanların tartışmaları domine etmesine neden olabildiği eleştirisi anadili İngilizce olan Mark’tan geldi ki, bence bu eleştirinin haklılık payı vardı. Kimi katılımcılar kendilerinin ve diğerlerinin deneyimlerini paylaşmaya, tartışmaya imkân veren bir buluşmanın daha yaralı olabileceğini belirttiler. Ne olursa olsun her katılımcı yaşanılan bu deneyimden oldukça memnundu. Ben kendi adıma başlangıç olarak verilen donelerin bir yapı, bir çerçeve kurmak için yeterli olduğunu düşündüğümü belirttim. Başlangıçta elimizde bir kavram yani “progress” ve bir fikir yani, çizgi öykü kitabı vardı. Biz bu iki öncülden yola çıkarak ucu açık bir çalışmaya başlamıştık. Yaptığımız çalışmayı daha çok bir bilmece çöme işine benzettim. Sonuçta bu öncüllerden yola çıkarak bir çıkarım yapmaya ve sahne çalışması olarak bir sonuca varmaya çalışmıştık.

Sonuçta en azından kendi grubumuz içinde yürüttüğümüz çalışmayı “ilerleme” mantığı içinde analiz edebileceğimi düşünüyorum. Kolektif yürütülen bir çalışmada farklı kültürlerden gelen tiyatrocular olarak ortak bir dilde buluşabilmemiz başlı başına bir ilerleme değil midir? Üstelik yapılan çalışmanın bir öyküyü oyunlaştırmak ve sahnelemek anlamında bana üzerinde tartışılabilecek, yeniden denenebilecek ve geliştirilebilecek bir model için esin verdiğini düşünüyorum. Örneğin yaptığımız çalışmada çok bilinçli bir tercih olmasa da sözsüz, hareket üzerine odaklanmış bir çalışma üslubunun tercih edilmiş olması dil bariyerlerinin ortadan kaldırılması için güzel bir fikir veriyor. Ayrıca birbirinden ilintisiz yapılan çalışmaların sonradan birbirleriyle bağlar kurarak ele alındığında “ilerlemeci” bir yapı kurulmasına imkan verebildiğini yeniden test etmek de sevindiriciydi.

Bu türden bir buluşmanın gerçekleştirilmesindeki yoğun çaba ve emeği görmemek mümkün değil. Bunu sağlayan Assitej üyelerine ve Assitej örgütlülüğüne, şimdi dünyanın dört bir yanına dağılan tiyatrocu yeni arkadaşlarıma teşekkür ediyorum.

                         

 


08.08.2015